13 Ekim 2010 Çarşamba

KAMU DİPLOMASİSİ YOLUYLA YENİ BİR TÜRKİYE ALGISI

Süleyman GÖK**

Giriş
Uluslar arası ilişkiler disiplininin gelişim evrelerini incelediğimiz zaman bazı paradigmaların değiştiğini, yerini konjonktür el duruma uygun olarak bir takım yeni ideolojiler, hakim görüşler aldığını gözlemliyoruz. Dünya tarihinde bilimsel bilginin zamana ve mekâna göre değiştiğini, ihtiyaçların getirdiği zorunluluklar nedeniyle bir takım değişim evreleri olmuştur. Bu değişimlerden birisi Diplomasi diye nitelendirdiğimiz dış politika aracıdır.
Diplomasinin kökenleri; Mezopotamya, Eski Yunan ve Roma’ya kadar uzanmaktadır. İlk diplomasi kayıtlarına M.Ö 3000 yıllarında Mezopotamya’da rastlanmaktadır. Geleneksel diplomasi diye nitelendirdiğimiz 15.yy la kadar olan hâkim anlayışın 15.yy da daimi temsilciliklerin kurulmasıyla birlikte modern bir şekil almaya başlanmıştır. 19.yy sonu itibariyle her devletin dışarıda daimi temsilcilikleri vardı. 20.yy ile Küreselleşme akımının ortaya çıkması, geleneksel diplomasi anlayışının yanı sıra başka diplomasi türlerinin de ortaya çıkmasına neden oldu. Artık, devletlerarasındaki ilişkiden çok sivil toplum, öğrenciler arasındaki ilişkiler de görülmeye başlamıştır.
Günümüz uluslar arası ilişkilerinde, ulusal çıkarların savunulması artık bildiri, diplomatik üstünlük ve diplomatik muhtıra gibi geleneksel diplomasi yöntemlerinin çok ilerisine geçmiştir. Devletlerin artık sadece diğer hükümetleri veya uluslar arası örgütleri değil, yabancı kamuoylarını da hedefleyen politikalar geliştirmek zorunda oldukları bir döneme girilmiştir. Günümüz dünyasında bilgi, kültür ve iletişim diplomaside anahtar sözcükler haline gelmiştir. Bugün pek çok devlet, yabancı kamuoylarının gözünde olumlu imaj yaratmak amacıyla aktif kamu diplomasisi çalışmaları yürütmektedir.
20.yy dan sonra bölgesel ve küresel ilişkilerde etkili olmaya çalışan Türkiye, dış politikasını konjonktür el duruma göre tanımlayarak, bazı hedefler doğrultusunda kullanılabilir, güvenli araçlar seçmelidir. Türk Dış Politikasına yön veren ilkelere baktığımız zaman; ‘ Siyasi dia loğ, karşılıklı ekonomik bağımlılık, kültürel uyuma dayalı etkili diplomasi, Küresel aktörlerle tamamlayıcılık(BM, Rusya, ABD, AB), herkes için özgürlük, herkes için güvenlik, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak ve uluslar arası barış, istikrar ve kalkınmaya daha fazla katkı sağlama ‘’ ilkelerini hedef ve amaç edinildiğini görmekteyiz. Bu hedef ve amaçların oluşma sürecinde izlenmesi gereken yolu belirleyen en önemli etken, amaca nasıl ve hangi yöntemle ulaştığımızdır. Bunun neticesinde; Türkiye’nin uluslar arası ilişkiler bağlamında yaptığı veya yapacağı bir takım organizasyonlarda önemli bir hedefimiz olmalıdır. YENİ BİR TÜRKİYE ALGISI’ nı gerek devletler, gerek uluslar arası örgütler gerek ise uluslar arası kamuoyu ve baskı grupları tarafından hissettirmeye çalışmaktır. Bu algıya ise, geleneksel diplomasinin dar kalıplarından çıkıp kamu diplomasisi adını verdiğimiz karar alıcı mekanizmasına ülke kamuoyunu dahil etmek ise oluşacağı algısının oluşmaya başlaması gerektiğini düşünmeliyiz.
Kamu Diplomasisi, basitçe, bir hükümetin başka bir ulusun halkını ve aydınlarını bu ulusun politikalarını kendi avantajına döndürmek amacıyla etkilemeye çalışmasıdır. Birleşik Devletler, toplayabildiğimiz tüm beceri ve kaynaklar ile kamu diplomasisine eğilerek, sadece yabancı hükümetlere değil, onların halklarına da hitap edebilmelidir. 15-16 Eylül 1987 yılında Başkan Reagan’ın söylediği ve ‘’ İnanıyorum ki ülkemizin Kamu Diplomasisi büyük bir güç, dünya tarihine şekil verebilecek olan, elimizdeki en büyük bir güçtür. ‘’ beyanı kamu diplomasisinin gerekliliğini göstermektedir.
Kamu Diplomasisi’nin gelişip önem kazanmasında soğuk savaş döneminde yürütülen düşünce savaşlarının büyük etkisi bulunmaktadır. ‘’ Düşünceler dayanıklıdır, silahlarla veya bombalarla yok edilemezler. Uluslar arası sınırları ve okyanusları aşarlar. Onlarla ancak daha iyi düşünceler üreterek başa çıkılabilir. ‘’
21. yy da bilgi ve enformasyon devrinin yaşandığı, uygarlık tarihinin dönüm noktalarından biri olması, devletlerin de algılarını değiştirmesine neden olmuştur. Bu süreçte, kendini ve politikalarını daha iyi anlatan devletler daha kazançlı çıkacaklardır. Sıcak savaş ortamından sonra soğuk savaş diplomasisi anlayışının bir nebze yerini bırakmasını uluslar arası karar alıcı mekanizmaların ihtilaflarını yumuşak güç / kamu diplomasisi yoluyla çözmeye çalışması gösteriyor ki Türkiye’nin de bölgesel ve küresel sorunlarının çözüm yöntemlerinin değiştirmesi gerekliliğini göstermektedir. Bu süreçte enformasyon, kültür ve nüfus gibi beşeri güçlerini kullanabilen Türkiye sorunlarını başka bir perspektiften yaklaşarak ve kamu diplomasisinin nimetlerinden faydalanarak çözebilir.
Bir devlet politikası haline gelen ve Turgut ÖZAL’ ın ifadesiyle Türkiye-AB ilişkisini uzun ince bir yola benzetmesi durum üzerinde değerlendirmelerin yapılması gerekliliğini göstermektedir. Bugün açık ve net olarak görülmektedir ki uluslar arası ortam çok kutuplu bir düzene doğru kaymakla beraber geleneksel ideolojinin yerini çoğulcu yaklaşıma bıraktığını gözlemliyoruz. Bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecindeki yanlış algılamaları, bütün suçun karşı tarafa atılmasının dışındaki eksikliklerin konuşulup tartışılması gerekmektedir. Yukarıdaki bilgiler ve veriler ışığında analiz yaptığımız zaman yeni bir Türkiye algısı yaratırken, başka ihtilafların olmaması gerekmektedir. Bu süreç çift taraflıdır. Ancak, bizim politikamızda kendimizi iyi anlatmamız gerekmektedir. Bugüne kadar gelinen süreçte bunun eksikliliğini görüyoruz. Avrupa Birliği sorunsalını Kamu Diplomasisi yoluyla yeni bir ortama kaydırabilir, çeşitli politika ve taktikler ile ilişkimizi şekillendirebiliriz.
Avrupa Birliği ve Türkiye, 50 yılı aşkın bir süredir ortak bir geleceği paylaşma iradesine sahiptir. Türkiye, 1959 yılında yaptığı başvurudan sonra, 1963 yılında AET ile üyeliğin açıkça öngörüldüğü bir ortaklık anlaşması imzalamıştır. Bu durum, AB’nin oluşmaya başladığı ilk yıllardan itibaren Türkiye’nin önemli bir stratejik role sahip olduğunu göstermektedir. 2005 yılında katılım müzakereleri başlamıştır. Katılım süreciyle birlikte hız kazanan siyasi, ekonomik ve sosyal dönüşüm süreci Türkiye’yi AB’ye her geçen gün biraz daha yakınlaştırmaktadır.
Bugün, hızla değişen küresel dinamikler ve ortak çıkarlar, Türkiye-AB bütünleşmesini her iki taraf bakımından giderek daha hayati ve vazgeçilmez kılmaktadır. AB, Türkiye’nin çağdaşlaşmasında anahtar bir role sahiptir. Türkiye’de AB’nin daha güçlü, daha güvenli ve daha istikrarlı bir geleceğe ulaşmasında anahtar rol oynamaktır. Avrupa’ nın küresel ekonomideki başarısında, Toplumsal dinamizminde, tarım ve çevre alanındaki sürdürülebilirliğinde, savunma ve güvenliğinde, enerji güvenliğinde, kültürel çeşitliliğinde ve küresel aktör rolünde kilit rol üstlenmektedir. Yukarıdaki saydığımız önemli unsurlar bağlamında kilit rol oynayan Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler neden istenilen durumda değildir? Bunun nedenlerini analiz edebilmek için tarafların gerek siyasal, gerek kültürel nedenlere ve en önemlisi ise yanlış algılamalar neticesinde oluştuğunu görmekteyiz. Avrupa Topluluğunun kimliğinin oluşmasında seçilmiş travma’ların önemi büyüktür. Kimlik, psikolojik bir durumdur. Kimliği değiştirmektense ölmeyi tercih ederler. AB için Türkiye’nin üzerine kurulduğu Osmanlı mirası devlet olması bu süreçte önemli bir etkendir. Türkiye açısından bakılırsa; din konusu, ermeni ve Kıbrıs sorunları, artan nüfus sayısı AB ile entegrasyonu zorlaştıran nedenlerdir. Ancak, Medeniyetler çatışması tezinin oluşmaması için geniş ve rahat Avrupa içi Türkiye gibi bir değerden yararlanılmalıdır.
Bu sorunların varlığı neticesinde bu sürecin sağlıklı ilerlemesi için ilk sayfalardaki verileri kullanarak bir sonuca ulaşabiliriz. Kamu Diplomasisi çerçevesinde yeni bir Türkiye algısını uluslar arası boyutta etkili biçimde göstermeliyiz. Bunun için neler yapabilir veya yapmalıyız? Kültürel çeşitliliğin olduğu, etnik ve dini öğelerin bir arada yaşadığı, demokratik ve laik bir devlet olan Türkiye’nin bu süreçte İletişim ve Algı Yönetimi üzerine bazı çalışmalar yapmalıdır. Kamu Diplomasisi yoluyla Avrupa Başkentlerinde kültürel birimlerin açılması, öğrenci alış-verişi gibi değişim programları, gençliğin bu sürece aktif katılımı ve gençlik politikalarının oluşturulması, Avrupa Gönüllülük Hizmeti gibi eğitim yoluyla Türkiye hakkında oluşan tabuları yıkmaya yönelik teşebbüsler ile sürece müdahale edilmelidir. Türkiye’yi AB’ye; AB’yi Türkiye’ye doğru anlatmanın yolu pro aktif dış politika ve Kamu Diplomasisi yoluyla gerçekleşebilir. AB nedir? Ne değildir? Bu gibi sorunsalları, yanlış algılamaları gidermek için lobicilik ve iletişim konularında yeterliliğe sahip olmak gereklidir. Eğer Avrupa Birliği gerçekten demokrasi ve insan haklarını savunuyorsa, Türkiye’yi almakta bir sıkıntı yaşamayacaktır.
Türkiye’nin Avrupa Parlamentosu, STK’lar, Genel Kamuoyu, Öğrenci ve Gençler, AB ülkelerindeki üniversiteler, Ülkemize gelen AB turistler, düşünce kuruluşları, basın, TV, sinema kitlelerini etkilemekte hedef öncelik seçmesi gerekmektedir. Bu süreçte vereceğimiz mesajlarda önemlidir. Türkiye’nin; kültürler arası köprü olma niteliği, Avrupa sistemi içerisinde yer alması, Avrupa Güvenliğine katkısı, Dış politika rolü ve ağırlığı, Medeniyetler ittifakındaki rol’ünün iyice anlatılması gerekilmektedir. Türkiye için ise; Avrupa Birliğinin yapı ve değerler olarak önemli olduğunu Türkiye için AB üyeliğinin bir çağdaşlaşma projesi olduğunu, çeşitli yanlış algılamaların giderilmesi için mesajlar ve katılım sürecinin ve üyeliğinin günlük hayata ve çeşitli kesimlere yarar sağladığını etkili iletişim teknikleri ile hedef kitleye doğru şekilde anlatması gerekmektedir.
Sonuç
Yeni bir Türkiye Algısı diye yola çıktığımız makalemizin sonucunda bir değerlendirme yapmak gerekirse, Eski Türkiye algısının ortadan kaldırılması ve bunun yolları üzerinde durulmuştur. Bu algının oluşmasındaki eksikliklerin tespit edilmesiyle yeni yöntem ve tekniklerle bu sürecin olumlu yöne kayması ve geçmiş paradigmaların kopması açısından en önemli yolun Kamu Diplomasisi olduğunu vurgulamaya çalıştık. Bilgi ve istihbarat, halkla ilişkiler, Küreselleşme, Müzakere ve temsil etmenin önemli hale geldiği dünyada Türkiye’nin de bu sürecin dışında kalması olanaksızdır.
Özet olarak, Kamu Diplomasisi yoluyla, pro aktif dış politikamızın iyice yerine oturacağını, geleneksel ve statükocu algılamaların yerini yenileşme, demokratikleşme ve küresel tekniklerin oluşmasına katkı sağlanması için yeni bir döneme girilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır.

** Selçuk Üniversitesi, İİBF, Uluslar arası İlişkiler,3.sınıf

5 Eylül 2010 Pazar

KUŞATILMIŞ TÜRKİYE

Türkiye, içeriden ve dışarıdan siyasal, kültürel ve ekonomik yönden baskı, korku ve sindirme metotları ile kuşatılmış durumdadır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sindeki ve Bursa Nutku’ndaki gözlemleri bugün aynen yaşanmakta ve bizlere büyük görevler yüklemektedir. 21.yy da nasıl bir kuşatılmış Türkiye’de yaşıyoruz? Bu yazımızda bu soruya farklı bir perspektiften bakarak yer vermiş olacağız. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti cemaat adı altında bir çete’nin faaliyetleri ile organize bir şekilde işgal edilmiş durumdadır. Gündeme çıkan açıklamalar, eski bir emniyet müdürünün yayınladığı kitap gibi tarihi bir belge niteliği taşıması açısından çok önemlidir. Bu kitap neden bu kadar önem taşımaktadır. Yazarın kitabında bahsettiği bu bölüm her şeyi çok net açıklamaktadır. ‘ şunu artık bilmeliyiz ki karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tabi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz.’ diyerek karşımızda örgütlü, yargı, emniyet ve ordu’ya bir şekilde yerleşmiş cemaatçi çetenin varlığından söz etmektedir.
Peki, bu kadar bahsettiğimiz cemaatçi örgütlenmenin faaliyetleri ülkemizde nasıl gerçekleşmektedir? Hangi tür bağlantılar ve stratejiler ile Türkiye’nin anayasal kurum ve kuruluşlarında örgütlü bir çalışma gerçekleştirmektedir? İşte asıl sorun burada başlamaktadır. Burada bu gizli yapılanmanın nasıl işlediğini sistematik bir veri ile incelemek istiyoruz.
Gladyo dediğimiz organizasyonun ülkemizdeki en önemli ayağı, genişletilmiş Ortadoğu projesi diğer bir adıyla Büyük Ortadoğu projesi eş başkanlığını yürüten başbakan tarafından yürütülüyor. Bu organizasyonda gazete ve dergilerde çıkan Mit İçindeki F tipi yapılanma ve 35 kişilik CIA Operasyon Heyeti’nin ülkemizde cirit atmasıyla gerçekleşmektedir. Bu kadar yoğun bir kuşatma altında bulunan, yabancı bir devletin istihbarat örgütü elemanlarının ordu, yargı ve mit içerisinde ellerini ve kollarını sallayarak dolaşmaları bir ülkenin nasıl kuşatılmaya başlandığının kanıtıdır. Halen ne var ki diyerek tepki gösteren kesimlere bu yazının akıllarını başlarına getirmesini ummaktayız. Bu örgütün en önemli iki yerde karargâhı vardır. Bu yerler, İçişleri Bakanlığı’ndaki F Örgütü ve Adalet Bakanlığı’ndaki F Örgütü eliyle yerleşmiş bir cemaate mensup kişilerin olduğu polis, hâkim ve savcı görünümlü imamlar eliyle yürütülmektedir. Peki, bu örgüt Gizli Faaliyetler ve Tertipler yoluyla neler yapmaktadır?
1-DİNLEME, FİŞLEME, İZLEME
-Telefon dinleme,
-Ortam dinleme,
-Fiziki takip,
2-BELGE İMAL BÜROSU
-Islak İmza,
-Kroki, Sahte resmi belge,düzmece tutanak,

3-TERTİP İMAL MERKEZİ
-Tehdit, Şantaj, Gizli Tanık, Asılsız ihbar mektupları
4-PSİKOLOJİK HAREKET
-Uydurma kamuoyu araştırması,
-Operasyonlar planlama-zamanlama,
-Gündeme müdahale senaryoları,
-Yandaş STÖ’ler oluşturulması,
5-ÖZEL YARGI ve YARGIÇLAR
6-MEDYA ELEMANLARI
7-KIŞKIRTICI VE İFTİRACI ELEMAN VE GİZLİ TANIK MANGASI
Yukarıda dile getirdiğimiz faaliyetlerin hangi biri bugün ülkemizde gerçekleşmemektedir. Hepsi bugüne kadar gerçekleşmiş, hiçbir gerçek delil olmadan yurtseverler, genç subaylar ve gerçek demokratlar, milliyetçiler, gazeteciler teker teker bir tertip ile Silivri zindanına gönderilmektedir.
Özetle, Türkiye, gerçek bir gizli örgüt tarafından kuşatılmış durumdadır. Artık bunun kaçarı yoktur. Her türlü oluşum, gözlemlerimiz böyle bir örgütün varlığını bizlere göstermektedir. Bu örgüt ile mücadele yöntemlerini ve ne yapmamız gerektiğini anlatan bir yazı ile tekrar birlikte olacağız. Ülkemizin içeriden ve dışarıdan bir takım imam’lar aracılığı ile,üniter devlet,ulus devlet bağlamında tekrar sorgulanmaya açılması bizlerin ne kadar tehlikeli bir örgütle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Süleyman GÖK

1 Eylül 2010 Çarşamba

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE HAYIR PEKİ NEDEN?

12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki 26 maddelik değişikliğe karşı bir öğrenci, yazar ve en önemlisi de sivil bir vatandaş olarak neden hayır demem gerektiğini dile getiren bir yazı kaleme alacağım. Bu yazıdaki görüşlerimi abeste iştigal bulanların varlığı , düşüncelerimi ve dünya görüşümü komplo üretme merkezi olarak gören bir çevrenin bulunduğunu biliyoruz. Bunun neticesinde demokratik(!) bir ülkede yaşamanın verdiği cesaretle görüşlerimi,süreç hakkındaki düşüncelerimi açık ve cesaretle açıklama gereği duyuyorum.
Ülkemizin içinde bulunduğu sosyal,kültürel,ekonomik ve en önemlisi siyasal alan bakımından çok karışık bir şekilde ilerlediğini görmekteyiz. Gündemin aniden değişmesi Türkiye’de hiçte zor değildir. Ancak,en önemli bir gerçek var ki ülkemizin milli birliğinin,Atatürk Türkiye’sinin içeriden ve dışarıdan yoğun tehdit altında kaldığını aklı başında olan herkes görmektedir. Bugün içinden çıkamadığım ve aklımı karıştıran sorular manzumesi üzerinde düşünmekteyim. Ülkemizde bulunan sanatçılar,aydınlar,iş adamları,yazarlar gibi elit gruplar neden düşüncelerini özgürce ifade edememektedir? Edenler ise kayıtsız şartsız iktidar partisinin yalakalığı,yandaşlığı altında kararlar vermektedir. Başbakanımızın Bir taraf olan bertaraf olur sözü üzerine görüş bildirenlerin nedenleri acaba korku ve baskıdan dolayı mıdır bilinmez ancak sürecin gerçek bir demokratik bir ortam olmadığını eminim onlarda benim kadar bilmektedir.Buraya kadar ülkemizin bir kesiminde oluşan görüşlerden kısaca bahsettik. Yazının başlığından kopmamak kaydıyla genel hatlarıyla ve önemli gördüğüm sebepler nihayetinde bir analiz yapmak istiyorum.Sentezi ise bu yazıyı okuyacak okuyucu kitleme bırakmak istiyorum. Çünkü bizi diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliğin Akıl ve düşünme yeteneği’ nin olduğunu düşünüyorum.
Hayır dememdeki en önemli nedenler;
- Bugün 12 Eylül 1980 darbe anayasasını değiştirmekle ortaya çıkan siyasi iktidar darbe ürünü olan anayasa’nın bugüne kadar 80 maddesinin değiştirilmiş olduğunu ve 2002-2004 yılları arasında Avrupa Birliği Uyum Paketi sayesinde en önemli değişikliklerin yapıldığını,darbe anayasasının önceden delindiğini NEDEN unutmaktadır? Bu soruya cevap verilmediği için HAYIR diyorum.

- Eğer siyasi iktidar gerçekten demokratik bir anayasa yapmak istiyorsan elinde bulundurduğu çoğunluk sayesinde demokratik bir ortamdan kaçarak tek başına gerçekleştirmeye çalıştığı bu anayasa değişikliği için HAYIR diyorum.

- Darbe dönemi ürünleri olan Yüksek Öğretim Kurumu ve Cumhurbaşkanlığına verilen aşırı yetkileri kaldırmadığı için HAYIR diyorum.

- Siyasi iktidarın samimiyetine inanmadığım için HAYIR diyorum.

- Bu değişiklik ile ülkemizin milli birliğinin,üniter ve ulus devlet yapısının zedeleneceğini,ülkemizin iç savaş ortamına sürüklenmeye doğru gittiğini gördüğümden HAYIR diyorum.

- Şehitlere kelle, Bölücü Başı için sayın diyen bir Başbakanın ülkede yarattığı anti-demokratik ortamın bu anayasa değişikliği sonucunda otoriter ve dikta bir rejime dönüşmeye yol açacağını düşündüğüm için HAYIR diyorum.

- Anayasa mahkemesinin yapısının değiştirilmesinden sonra,yandaş yargının yaratılması sonucu değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerin tartışılmasına yol açılmasın ve anayasa mahkemesi tarafından verilebilecek onaydan çekindiğim için HAYIR diyorum.

- Ülkemizin rejiminin değiştirilmesine olanak sağladığı için,başkanlık ve federal bir sisteme doğru sürüklendiğini gördüğüm için HAYIR diyorum.

- Demokrasi diye ortalıklarda geçinenler,yetmez ama evet diyen zevatların ağızlarında neden demokratik bir ülkede olması gereken seçim barajları ve siyasi partiler kanunundaki değişiklikler hakkında yorum yapmadıkları düşündüğüm için HAYIR diyorum.

- 26 maddelik değişiklikteki en önemlisi maddeleri gizleyerek halka bir hap gibi yutturmaya çalışan Başbakana HAYIR diyorum.

- Bu değişiklerle Yargıçları siyasetçilerin atanmasına karşı çıktığım için HAYIR diyorum.

- Bir ülkede bulunan milletvekillerinin %50 sinin dokunulmazlıkları dolayısıyla bulunduğu rüşvet,kalpazanlık gibi suçlarının bulunması ve bu gibi milletvekillerinin yüksek yargıçları atanmasına karşı çıktığım için HAYIR diyorum.

Özetle ; 12 Eylül’de demokratik bir zeminde yapılıyor gibi gözükse de her türlü baskı,zorba ve dikta yoluyla halka bir takım yalan ve gerçek dışı beyanlarla yutturulmaya çalışılan bu değişikliğe,AKP’nin 12 Eylül sivil dikta anayasasına,onurumuzla,insanca ve kardeşçe yaşama taleplerimizin gerçekleşeceğine inanmadığımız için kocaman HAYIR.diyoruz.

SÜLEYMAN GÖK

15 Ağustos 2010 Pazar

KÜRT SORUNUNUN AÇMAZLARI

Demokratik Açılım adı ile başlayan ve birçok tartışmalara neden olan bu süreç içerisinde değişik çözüm önerileri dile getirilmiş ve getirilmeye devam etmektedir. Kürtlerin temsilcisi olduklarını iddia edilen BDP( Barış ve Demokrasi Partisi) , Kanaat önderleri, aydınlar, yazarların üzerinde durdukları ve bu sorunun çözümü için “ bazı kesimlere” göre marjinal gelen talepleri ve olmazsa olmazları bulunmaktadır. Kürt Sorunu ya da Birlik ve Beraberlik Açılımının açmazlarını ele alacağımız bu çalışmada ortaya konulan talepleri ve bunların sonucunda meydana gelebilecek olayları değerlendireceğiz.
Doğu ve Güneydoğu Sorunu olarak da nitelendirilen sorunun çözümünde en önemli gereklilik Anayasal Güvence ve birtakım isteklerin “ Toplum Sözleşmesi” nde garanti altına alınmak istenmesidir. Bu istekler nelerdir ve kabul edilebilir bir gerçeklik ifade etmekte midir?
Bugünkü Anayasamızın eleştirilerini yapan ve bu soruna çözüm önerileri getiren Tesev’ in raporundan alıntılar yaparak, bu konudaki genel camianın/ kitlenin görüşlerini anlamış olacağız, “ Bu çerçevede Türkiye’ ye bakılacak olursa, hukuk mevzuatının, tüm bireylerin haklarını güvence altına almak yerine, türdeş bir toplum ve modern bir ulus yaratma ideolojisini benimsediği görülmektedir” diyerek Anayasa’ dan laiklik, milliyetçilik ve Atatürkçülük kavramlarını çıkarma taleplerinde bulunulmaktadır.
Genel olarak önerilere bakacak olursak;
-Türk, Türklük, Türk soyu gibi ifadeler çıkarılmalı, etnik kökene yapılan bu vurgu, Türkiye’ nin dış politikasının etnik temelli anlayışının göstergelerinden biridir.
-Atatürkçülük ve milliyetçilik dâhil olmak üzere herhangi bir ideolojiye dayanmamalı; toplumdaki herhangi bir etnik, dini, kültürel kesimin veya sınıfın çıkarlarını diğerlerinin üzerinde tutmayıp, bütün bireylere eşit mesafede durmalıdır.
- “Türk Millet” ifadesi yerine Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları ifadesiyle değiştirilmelidir.
-Madde( 66. ) değiştirilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı ile değiştirilmelidir.
-OHAL kanundaki değişiklik talebi
Yasal değişiklik önerileri başlığı altında belirtilen görüş: Toplumsal hayatın farklı alanlarını düzenleyen çok sayıda yasada Türk etnik kimliğine referans ve vurgu içeren hükümler yer almaktadır. Bu durum, Türk etnik kimliğine mensup olmayan Kürt ve diğer vatandaşları dışlamaktadır.
Yasal değişiklik önerileri;
-Milletvekili Seçimi Kanunu değiştirilmeli
-Siyasi Partiler Kanunu
-Türk Ceza Kanunu
-Terörle Mücadele Kanunu
-İl İdaresi Kanunu
-Milli Eğitim Temel Kanunu
-Nüfus Hizmetleri Kanunu
-Harf Kanunu
-Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu
-OHAL Kararnameleri gibi öneriler sunulmaktadır.
Sonuç olarak; Açılım paketinin bugüne kadar açılmaması akıllarda soru işareti bırakmıştır. Açılım çalışmalarının başladığı günden itibaren toplumsal huzur ve güven ortamı kalmamış, sivil itaatsizlik aşırı derecede artmıştır. Terörle Mücadele etkinlik gösterilmesi şehitlerin gelmesine neden olmaktadır. Özetle; eğer bir sorun varsa gerçekçi çözüm önerileri ile talepler arttırılmalı; Türkiye Cumhuriyeti’ nin üniter devlet, ulus devlet ve milli birliğine zarar verecek her türlü çalışmadan, söz ve eylemden kaçınılmalıdır.
SÜLEYMAN GÖK
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ

12 Ağustos 2010 Perşembe

GİZLİ MUTABAKAT

Türkiye, içinden çıkılmaz olağanüstü olaylarla karşı karşıya kalmaktadır. Gündem; içeriden veya dışarıdan birtakım güçlü unsurlar tarafından değiştirilmektedir. Son 3 yıldan içerisinde birbirinden bağımsız gibi gözüken ancak domino etkisi adı verdiğimiz teori gereği birbirine kenetlenmiş olaylar silsilesi meydana gelmektedir. Bu yazıda; gerçekleştirilmek istenen ve bu konuda adım adım yapılanları sizlerle paylaşacağız.
24 Mayıs 2003 Vatan Gazetesinin haberine göre zamanın Başbakanı be bugün Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül ile Dışişleri Bakanı Powell arasında gerçekleştirdiği “ 2 sayfa 9 maddelik “ gizli mutabakat’ ın içeriğinden bahsetmek ve günümüzde gerçekleşen olaylar, olgular üzerinden bir analiz parametreleri oluşturmak istiyoruz.
Öncelikle; 9 maddeden oluşan gizli mutabakatta; Türkiye’ nin ulus devlet üniter devletine aykırı, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yürütülen asimetrik psikolojik savaşın kaynağını, azınlıklar sorunu ve bu sorunun çözümü için Türkiye’ nin feodalleşmesi, Kıbrıs ve Yunanistan, Ermenistan gibi ulusal çıkarlarımızı etkileyen önemli olanlarda maddeler bulunmaktadır. Bu maddelere genel olarak bakarsak;
-Türk Askeri Irak’ ın kuzeyinden çekilecek
-Sınır harekâtlarına son
-PKK’ ya askeri harekât için ABD’ den izin
-Türkiye’ ye ambargo ve askeri yaptırım tehdidi
-ABD’ nin İran ve Ortadoğu harekâtlarına aktif destek ve katılım
-Türk ordusunun asker ve silah gücünde indirim
-Irak’ ın kuzeyinde kurulan kukla devlet Türkiye tarafından resmen tanınacak
-PKK/ KADEK elemanlarına geniş kapsamlı af
-PKK/ KADEK yasallaştırılacak
-Belediyelere özerklik ve dört yılda aşamaları federasyona geçiş; planları ve antlaşması yapılmıştır.
Bu maddeler ışığında gündemi analiz etmeye kalktığımızda Türk Silahlı Kuvvetler üzerindeki baskının hukuksuz boyutlara ulaşması, aydınlara, gazetecilere, ulus devlet savunucularına karşı girişilen akıl almaz örtülü operasyonlarla bu antlaşmanın uygulandığı açıktır. Burada bir parantez açarsak; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül açıkça bir suç işlemiş, tek başına antlaşma imzalama yetkisi olmadan, yetki gaspına olanak sağlamıştır.
Ülkemizde azınlık diye nitelendirilen; doğu ve güneydoğu’ da oluşturulması istenen bir yapının kaynağı bu gizli antlaşmadır. Belediyelere özerklik, Kamu Reformu Yasası ve Yerel Yönetim Yasaları hızla çıkartılması, Türkiye’ deki Kürt nüfusunun yoğun olarak yaşandığı şehir ve kasabaların belediyelerin özerkleşmesi süreci kararlı olarak yürütülecek, Dört yıl içinde uygulanacak bir planla, üniter devlet yapısını terk ederek, federasyona örtülü olarak ise demokratik özerklik ilan edilecektir. Barış ve Demokrasi Partili Belediye Başkanlarının toplanması ve demokratik özerklik ilan edilmesi, bunun parti programı ve propagandası olması, sorunun asıl kaynağının kültürel hakların verilmesi değil, Türkiye’ nin ulus devlet yapısının zedelenmesi ve yıkılması hedeflenmektedir.
Bu sürecin göstergelerine bakarsak; 1 Ekim 2007 tarihli Star gazetesinden çıkan habere göre; Diyarbakır’ da devam eden Barış Konferansı’ nda konuşan Prof. Michael Gunter, Irak’ ta Kürtler’ e bir fırsat verildiğini belirterek, Türkiye’ deki Kürtler’ e ise AB reformlarına dayalı bir fırsatın geliştirileceğini söyledi.
Sonuç olarak; Türkiye içerisindeki bazı araştırma kuruluşlarının raporlarında da analiz edildiğine göre Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ nda etnik kökenin vurgulanması, iki yapılı sistem, Türkçenin resmi dil olmaması, Anayasal vatandaşlığın ( mad.66) iptal edilmesi ve daha geniş perspektifte yer alınması gibi çözüm önerileri ifade edilmektedir. Özetle; oluşturulması gereken bu yapı Türkiye’ nin milli birliği ve beraberliğini, ulus devlet yapısını zedeleyecek ve rejim sorunu oluşturulmasına neden olacaktır.

SÜLEYMAN GÖK
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ ULUSLARASI İLŞKİLER BÖLÜMÜ

6 Temmuz 2010 Salı

Kitap Tahlili: TÜRK SORUNU *

21.YY Türkiye Enstitüsü Başkanı ve Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ tarafından ele alınan, son gelişmeler ışığında meydana gelen olayları değerlendirdiği, Kürt sorununa karşı yapılmak istenen çözümler neticesinde olası Türk Sorununa değinerek ortaya çıkabilecek bir kavgadan bahsetmektedir. Özdağ; Türk Sorunu başlıklı kitabını Dört Bölüme ayırarak, sistemli bir inceleme yaparak meydana getirmiştir. Bu bölümlere bakacak olursak; Birinci bölümde Türkiye Cumhuriyetine karşı açılan örtülü operasyondan bahseden yazar, Türkiyelilik kavramının Türkiye’ye ve Milli Devlete karşı açılan savaş nitelendirmesinde bulunmaktadır. İkinci bölümde, Terör konusunu işleyerek; Terör örgütü PKK’nın gelişim aşamalarını sistemli bir biçimde yer vererek örgütün iç ve dış bağlantılarını, kuruluş stratejisini, amaç ve hedeflerini realist ve objektif bir şekilde analiz etmiştir. Üçüncü bölümde; Terör örgütünün yerli ve yabancı işbirlikçilerinin Türkiye Devleti üzerindeki amacının etnikçilik olduğunu vurgulayarak, çarpıcı belgeler ile ortaya koymaktadır. AB, ABD ve yerli işbirlikçilerin asıl amaçlarının Türkiye’nin milli birliğini zedeleyecek, üniter ve ulus devlet yapısına zarar verecek,etnisiteye dayalı bölücülük sorunun varlığından bahsetmekte ve Avrupa Birliği’nin çifte standartlarının,kamu yönetimi reformunun ve ikiz yasaların Türkiye’de bir etnik bölünmeye yol açacağı tespitinde bulunmaktadır. Dördünce ve son bölümde ise; Kürt açılımı ile başlayan ve zaman içerisinde isim değiştirerek demokratik bir süreç olan Milli birlik ve Kardeşlik Planının sonucunda Kürtleri memnun ederek ortaya büyük ve önlenmesi güç olan Türk Sorunu üzerinde durarak, Türk halkına, milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollamayı hukuki sınırlar içerisinde bırakmamayı, hükümeti, dış güçleri her platformda baskı altında tutmayı öğütlemektedir. Kitabın son bölümünde bugün açılması planlanan ancak açılamayan bu paketin içerisinde kısa, orta ve uzun vadede hangi taleplerin yattığı ve bu taleplerin kimler tarafından hangi örtülü/psikolojik operasyonlarla, nasıl stratejiler izlenerek ortaya konulduğunu, Türk ve Kürt olarak bir etnik ayrışmanın küresel güçlerin geçmişten beri hedefleri olduğunu vurgulamaktadır. Kitabı değerlendirirken bazı kesimler kitabın içeriğinin komplo teorileri üzerine kurulduğunu ve gerçekleşmesinin imkanlar dâhilinde olmadığını belirteceklerdir. Bu konu üzerinde fazla durmadan sadece realist bir bakış açısı ile değerlendirmeye aldığım ve sonuna kadar katıldığım kitabın içeriğinden önemli gördüğüm bazı bilgiler ışığında sizlerle paylaşacağım. Komplolar, bir ülkenin insanlarına örtülü olarak yerleştirilmiş uyuşturucu niteliğinde olan kavramdır diye düşünmekteyim.

İlk olarak Kürt Mağduriyeti üzerinde durmak gerekirse Terör bölgesinde yaşayan halkın yaklaşık 30 seneden beri SEÇİLMİŞ TRAVMA psikolojisinde görülmesidir. Kürt mağduriyeti elbette vardır ancak bu süreç kendilerini üstün bir ırk göstermeye ve devletten ayrılmayı gerektirmemektedir. Milli kimliğin parçalanması durumunda ortaya iç savaşlar, krizler, değişen ittifak yapıları, devletin dağılması gibi sonuçlar çıkabilir. Milli kimlik bağlamında değerlendirilen diğer bir husus ise Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı R.T.Erdoğan’ın Türkiyelilik kavramıdır. Özdağ; ‘Aynı coğrafyayı paylaşmak ve sürekli değişen bir anayasaya bağlı olmak dışında ortak bir paydası olmayan insanlar yığınını anlatmaktadır.’ Diyerek bu kavramın kullanılması ve gerçekleşmesinin milli ve üniter yapımıza zarar vereceği kanaatindedir. En önemli eleştiriyi ise yazar; Türkiye’nin mozaik bir ülke olduğunu dile getirenlere karşı yöneltmektedir. Ona göre, Bir ülkenin sosyolojik olarak mozaik olması için %65 oranında bir nüfusun etnik olarak aynı kökten diğerlerinin ise farklı etnik gruplardan olması gerektiğini ifade etmektedir.

Terör konusunda açıklamalarını dile getiren özdağ; Terörün yerli ve yabancı güçlerin bir aracı olduğunu, bugün PKK kimin taşeronu tartışmasına kitapta açıkça yer vererek sorunun cevabını bir nevi vermiş bulunmaktadır. ‘ PKK,1984’ten 88’e kadar Sovyetlerin arka planda desteklemesi ile İran ve Suriye adına Türkiye’ye karşı savaşmıştır. 1987’de Türkiye’nin AB tam üyeliği için başvuru yapması, AB Ülkeleri ‘ Kürt-PKK kartını’ oynamaya başlamışlardır.1991’den sonra, PKK’nın Türkiye’ye karşı savaşı AB-Suriye-İran adına sürdürülen vekâleten bir savaşa dönüşmüştür. 2003 sonrasında da artık PKK, Irak’a yerleşen ABD’nin dolaylı-dolaysız denetiminde bir terör sürecinin içindedir, diyerek Terör örgütünün dış desteklerini açıkça ortaya koymaktadır. Bu süreçte, Türklerin hassasiyetlerini dile getiren yazar; bayrak yakılmasına Türk halkının verdiği tepkileri, dehap’lı belediyelerin yaptıklarını ve bunların Türkler üzerindeki etkilerinden bahsetmektedir. Prof Özdağ; Devletin yani hükümetin aciz bir politika izlediğini belirtmekte ve görüşlerini şu sözlerle temellendirmektedir. Diyarbakır’da elektrik parasını toplayamayan bir devlet dağdaki eşkıya’yı yok edemez şeklindeki açıklaması ve doğu ve güneydoğu Anadolu’ya gezi düzenleyen başbakanın100 polis ile gitmesini eleştirirken ‘ Başbakanın bu ülkede Türklerinde yaşadığının farkına varması için Afyona da mı 4000 polisin korumasında girmesi gerekiyor? Diyerek haklı bir eleştiride bulunmaktadır. Bu süreçte koşulsuz hükümet büyük bir hata, gaflet içindedir. Sürecin nasıl biteceğini kestiremeyen devlet yöneticileri sorumluluğu kendi üzerinden atmak için bu bir hükümet projesi değil devlet politikası diyerek ortaya çıkabilecek olası sonuçları kabullenme cesareti bile gösterememektedir. Yazarın bu tür yapıcı ve haklı eleştirilerine katılmamak mümkün değildir. Soruna yanlış tanı koyan geçmiş ve bugünkü hükümetler sonucu da yanlış analiz parametreleri ile tedavi etmeye kalkışmaktadır. Burada bir kesimi memnun etmek için ülkenin %85’inin Türkçe konuştuğu ve Türkiye’nin sahibinin ırkçı ve şoven anlamda değil vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür anlayışını taşıyan çevreler tarafından son derece kaygıyla izlenmektedir. Terör örgütünün girişimleri ve siyasi kanadın ve örgüt liderinin açıklamaları ülkede Türk-Kürt çatışmasına varan dar kapsamlı bir iç çatışmaya yönelme tehdidini hükümet unutmamalıdır. Terör konusunda yazar; Öcalan’ın ütopist değil, makyavelist bir reel politika izlediğini ve Öcalan’ın demokratik konfederasyon/özerklik talebinin Türkiye’nin milli bütünlüğünün tehdit etmesinin yanında İran, Irak ve Suriye’deki idari ve kültürel özerklikler çerçevesinde bir araya gelmesini öneren model olduğunu belirtmekle, Politik nihai çözümü Güneydoğu Anadolu’da DTP ve AKP dışındaki siyasi partilerinde tekrar etkin olmasına bağlayarak bu konudaki görüşlerini belirtmektedir.

Etnikçilik bağlamında ise yazarın belirttiği görüşlerden ortaya çıkan kavramsal sonuç; Türkiye, milli üniter devletin tasfiye edilmesi amacı ile gerçekleştirilen büyük bir örtülü operasyon ile karşı karşıyadır. Avrupa Parlamentosu’nun kararlarında Türk hükümetlerinin ülkenin tamamını temsil etmediği kararını alarak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı olduğunu kabul etmiştir ifadesi ile önemli sorunlara yol açacak kararlar vermektedir. En önemlisi ise, Cumhuriyet bürokrasisi içinde etnik-merkezli bir örgütlenme olduğu iddiasıdır. Kürdün Kürdü ve Türk kökenli atanmaması gibi etnik bilinç patlaması yaşanmaktadır.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse; Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türklerin devleti olduğudur ve bu cumhuriyete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulu olduğu en önemli temel değer budur. Bu cumhuriyetin varlık nedenidir. Türkiye, AB tam üyelik sürecinde Türkiye’nin etnik haklar konusunda attığı adımlara rağmen yıllarca ‘Bizim istediğimiz sadece bireysel kültürel haklar’ diyen çevrelerin ‘Kültürel haklar yetmez, AB bizi tatmin etmiyor, cumhuriyet, iki millet esaslı ve federasyon zemininde yeniden kurulmalı’ tezini savunmaya başlamaları Türk milletinin kızgınlığını arttırmaya başlamıştır. Özetle; Ülkesinin kültürünün, egemenliğinin tehdit altında gören Türk Milleti binlerce yıl içinde yüzlerce büyük tehdidi atlatarak varlığını muhafaza etmenin verdiği özgüvenle kızgınlığını ‘ Türk Sorununu’ evlerinden balkonlarından Türk Bayrağı asarak ‘ Şu Çılgın Türkler’ kitabını bir milyon adet satın alarak ve okuyarak, şehit cenazelerinde sakin fakat öfkeli durarak gösteriyor

*Türk Sorunu-Prof.Dr. Ümit ÖZDAĞ

Süleyman GÖK-Selçuk Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü

24 Haziran 2010 Perşembe

KÜRESEL TERÖR BAĞLAMINDA TÜRKİYE’NİN DURUMU






GİRİŞ:
Dünyanın kurulmasından ve ilk insanların ortaya çıkmasından itibaren çıkar, iktidar, güç mücadelesi 21. YY ’ a kadar süregelmiştir. Bu realitenin böyle olmasında insanlar arasındaki ilişkilerden, bölgesel veya küresel sisteme en önemlisi psikolojik parametrelerin önemi vardır. İnsanlar arasındaki güç ve iktidar ilişkisinin varlığı toplumsal ve küresel anlamda düzenin bozulmasına yol açmaktadır. Bunun sonucunda anarşi dediğimiz olgunun ortaya çıktığını tespit ediyoruz. Anarşi’nin ortaya çıkmasından sonra toplumsal huzurdan, hukuktan ve insan haklarından bahsetmek mümkün değildir. Bundan sonra sivil itaatsizlik dediğimiz otorite sahibi olan ve her türlü gücü bünyesinde bulunduran ulus devlet’e karşı bir silahlı mücadele başlatılır. Tam bu noktada Küresel Terör ve Terörizm dediğimiz olgu ve kavramın varlığını görmeye başlarız. Özetle; bu çalışmamızda Küresel Terör ve Terörizm’in Türkiye’nin ulusal güvenliği bağlamında incelenmesi ve analitik bir değerlendirmesi yapılması amaçlanmıştır.
Terörizmi Tanımlamak:
Terör, siyasi maksadı elde etmeye yönelik, halkta veya halkın belli bir kesiminde korku ve dehşet oluşturmak için başvurulan vasıtayı yani cebir ve şiddeti, cebir ve şiddetin kullanılacağına ilişkin güncel tehdidi ifade etmektedir. Terör ile terörizm farklı kavramlardır. Terörizm; siyasal amaçlar için örgütlü, sistemli ve sürekli terör kullanmayı yöntem olarak benimseyen bir strateji anlayışıdır.
Terör ve Terörizm kavramları arasındaki ayrımı belirttikten sonra terör ve terörizm’in amaçları üzerinde durmak gerekir. Her terör örgütünün benimsediği amaç ve stratejiler farklılık gösterir. Bunları genel olarak sıralamak gerekirse;
-Dikkat çekmek,
-Kargaşa yaratmak,
-Taraf olma çağrısı,
-Toplum Direncini Zayıflatmak, Baş eğdirmek,
Yöntemleri ise;
-Psikolojik savaş,
-Propaganda,
-Eylemler,
-Suç örgütleriyle organize birliktelik kurmaktır.
Terörün incelenmesi sırasında ihmal edilen ve daha sonraları üzerinde konuşulan bir kavramın varlığı bu konumda önemlidir. Terörün uluslararalılaşması parametresi, küreselleşme ve terör boyutlarında değerlendirmeye alınmaktadır. Geçmişteki terörist gruplar ve eylemleri sınırlı boyutlardaydı. Ancak 20.yy ortalarından itibaren diğer güvenlik meseleleri gibi terörizm de daha transnasyonel bir hale bürünmeye başladı. Bugün ise terörizm sahip olduğu network ve şiddet araçları ile 17.yy da tesis edilen devletlerarası sistemin dinamiklerine meydan okuyor? Küreselleşme güvenlik algılamalarını, tüm dünya toplumunun güvenliğini derinden etkileyerek uluslar arası terörizmin bu denli yaygın bir görüngü olmasında başat rol oynamıştır. Bugün terörist örgütler, devletler, bireyler, sivil toplum kuruluşları, bankalar ve diğer organize suç örgütleri tarafından finanse edilmektedir. Özetle; uluslararası terör örgütleri Uluslar arası İlişkilerin önemli aktörlerinden biri olurken, terörle mücadelede devletlerin temel dış politika stratejisi olarak benimsemiştir.
Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Boyutunda Terörle Mücadele Konsepti
Türkiye’nin son 26 yıldır kanayan yarası haline gelmiş olan Bölücülük, şimdiki ismi ile etnik esasa dayalı federalleştirme sorunu ülkemizin güvenlik stratejilerini oluşturmaktadır. İç Güvenlik dediğimiz zaman aklımıza; 1984 yılında ilk eylemini yapan ve şiddetini zaman zaman arttırıp, zaman zaman azaltan bir ivme ile devam ettiren PKK terör örgütü gelmektedir. Yaşanan son gelişmeler ışığında ve geçmişte bu örgüte karşı nasıl mücadele edilmiş ve edilmekte, yapılan yanlış algılamalar sonucunda 21.yy da Türkiye’nin ulusal güvenlik zafiyetini gözler önüne sermek istiyoruz. Öncelikle, PKK’nın ne olduğundan bahsetmek, daha sonra Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Boyutunda Bölücülük konusuna değinilecektir.
PKK terör örgütünün siyasi hedefi nedir; Türkiye’yi parçalamak ve Kürdistan’ı kurmak yani Bizans’ın çocuklarının 80 yıl önceki hedefi. 80 yılda Türkiye’yi bu trajik noktaya getirmeyi nasıl başardılar? Özal siyaseti Kürt sorununu yarattı, otonom Kürt devleti’ nin temelini attı ve 1991’ de karşımıza sayıları 25 bini bulan bir silahlı PKK terörünü çıkardı. Terörle 1984 te başlayan mücadeleye baktığımızda Özal siyaseti sonucu bu siyasetin temelinin atılmış olduğu, Özal siyaseti sonrasında Çekiç Güç’le sayıca ve silahça çok bir PKK terör örgütünün yaratılarak terörün zirveye çekilmiş olduğu, bu şiddet ortamının bölücü zihniyetlerce Türk-Kürt ayrımcılığının yapılmasına neden olduğu söylenebilir.
Günümüze doğru geldiğimizde ise terör örgütünün artık siyasallaştığını görmekteyiz. Ve sonuçta ‘ PKK Ne İstiyor? ‘ sorusunu sorma gereksinimi duyuyoruz. Kürt açılımı, demokratikleşme ve yol haritası söylemlerinin havada uçuştuğu ancak siyasetçisinden devlet yöneticisine, uzman’ından akademisyenine kadar hiçbir kesimin yurttaşın kafasındaki soruları gideremediği bir dönemde bu olayların tarihsel arka planlarına ve realist bir bakış açısına sahip olmak kaydıyla oluşturulmak istenen düzene karşı, ulusal güvenlik stratejilerini bilmemiz gerekmektedir.
Yukarıdaki açıklamaların ışığında terör, belirli siyasi amaçlara ulaşmak için devlet otoritesini zayıflatarak taviz almaya yönelik şiddet hareketidir. PKK terör örgütü de bu maksatla hareket eden bir silahlı propaganda aracıdır. Hedef; devlet otoritesini zayıflatmak siyasi amacını iç ve dış kamuoyu gündemine taşımak, devletten tavizler koparmak ve hareketi siyasi alanda devam ettirmektir. Etnik esasa dayalı bölücülük yapanlar, silahlı propaganda aracı olarak kullanılan terörü ve siyaseti birbirini destekleyecek şekilde kullanmakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye ve ortamı uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük terörden çok daha tehlikelidir. Bu tehlike hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından geçerlidir. Devletin; PKK terör örgütü, bölücü siyaset yapan siyasi partiler ve siyasetçiler, ABD, AB ve kısmen de Irak’ın Kuzeyindeki yerel yönetimin isteklerini karşılamaya yönelik tavizler vermesi için yoğun bir psikolojik operasyonla karşı karşıya bulunduğu aşikârdır. Bu gelişmelerin güvenliğimizi, varlığımızı bütünlüğümüzü ve ulus devlet yapımızı orta ve uzun vadede tehlikeye düşüreceği değerlendirilmektedir.
Etnik esaslı bölücülüğün ve bunun silahlı propaganda vasıtası olan bölücü terörün önlenmesi için tedbirlerin uzun vadeli olmasına ve bu tedbirlerin hem içeride hem de dışarıda alınmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
İç Tedbirler:
-Devlet otoritesinin tam olarak sağlaması ve devam ettirilmesi,
-Yargının ve kanunların etkili kılınması,
-Bölgede eğitim seferberliği uygulaması,
-Türkçe kursları ve okul öncesi eğitim,
-Nüfus Planlaması,
-Ekonomik açılımlar, teşvikler ve istihdam olanakları sağlanması,
Dış Tedbirler:
-Diplomatik atakların arttırılması,
-AB ile ilişkilerde yeni dönemin başlatılması,
-ABD ile ilişkilerin yeni bir çerçeveye oturtulması,
-Komşu ve bölge ülkeleri ile ilişkilerin sürdürülmesi.
GENEL DEĞERLENDİRME ve SONUÇ
Genel olarak çalışmamızı değerlendirdiğimizde, 11 Eylül saldırıları sonucunda terörizmin uluslar arası boyutlarda algılandığı, Küreselleşme ve terör algılarının birlikte ele alınarak uluslar arası ilişkiler disiplinin birer parçası olduğunu analiz etmekteyiz. Uluslar arası sistemde devletin temel aktör olarak son bulduğu, ulus devlet anlayışını yıkmak ve yeni bir takım bölgesel devletler kurmak amacıyla küresel, ulusal veya bölgesel terör örgütleri bize gösteriyor ki yeni kurulan dünya düzeninde etkisini çok gösterecektir.
Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları çerçevesinde ele aldığımız PKK terör örgütü ve mücadele de ele alınacak tedbirlerde devlete karşı silahlı bir örgüte en iyi çözüm halk tarafından benimsenmiş ve devletin tüm organları ile koordineli olarak desteklenmiş bir mücadelenin mutlaka başarıya ulaşacağı bilinmelidir. ‘ Kabul etmediğiniz sürece yenilmezsiniz, bu yüzden kabul etmeyiniz ‘ sözü ışığında kirli propagandalara alet edilip bölge halkının terör örgütüne katılımını engelleyemezsek bir devlet olarak terör örgütünün varlığını ve otoritesini kabul etmiş oluruz ki bunun sonucunda yenilmeyi ömür boyu kabul etmiş oluruz.
Özetle; terörle mücadele ile terörist ile mücadele parametresini iyi kavramamız gerekmektedir. Hastalığı düzgün tespit edersek, uygulayacağımız tedavi ve yöntemlerde kendiliğinden gelmektedir. Bunun için bu iki konseptin değerlendirmesini iyi yapmalıyız.
‘’ Bu ne bitmez yolmuş deme, bitmedik yol yok,
Bu ne aşılmaz dağmış deme, aşılmadık dağ yok. ‘’

*Süleyman GÖK-Selçuk Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü

4 Haziran 2010 Cuma

ÖNCE CAN SONRA CANAN

Ülkemiz, bölgemizde ve dünya’da son bir hafta da çok önemli ve etkisini yıllarca gösterecek olaylar meydana gelmiştir. Öncelikle aynı zamana denk gelen iç ve dış politikamızın önemli bir kısmını belirleyen olaylar dizisine bakmanın gerekliliğine inanmaktayız. Çünkü , gerek bölgesel, gerek ise küresel bir aktör olan Türkiye’nin Ortadoğu’da barış ve istikrarı güçlendirmek için politikalar ürettiğini ve bu politikanın ise Komşularla Sıfır Sorun çerçevesinde güçlendiğini bilmekteyiz. Son yaşanan olay göstermektedir ki ülkeler arasında iktidar hırsı, çıkar ve güç mücadelesi olduğu sürece sorun yaşamamamız imkânsızdır. Ve bunun sonucunda da sıfır sorun politikasının gerçekleşmesini imkânsız ve zor olduğunu belirtmek hiçte yanlış olmayacaktır. İsrail’in uluslar arası sularda diğer bir ifade ile açık denizlerde Türk Bayrağı bulunan gemiye saldırması ve içinde Yahudi,İngiliz,yunan ve Türk’lerin bulunduğu 9 aktivisti öldürmesi ve sayıları tam bilinmeyen yararlıların olması İsrail’in baskı ve şiddeti devlet politikası hale getirdiğinin göstergesidir. Türkiye’nin gemisine yapılmış olan bu saldırının sonuçları hükümet yetkilileri tarafından ve birçok sivil toplum kuruluşu, muhalefeti ile birlikte çok sert bir şekilde kınanmıştır. Ancak, İsrail’in yaptığı bu kalleşlik bir kınanma ile bitecek mi? Daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanı’nın dediği gibi İsrail’den bir özür bekliyoruz açıklaması ne kadar samimi ve gerçekçidir; tartışılması gereken bir konudur.
Türkiye,yaşanan bu hadiseler ışığından İsrail’e karşı aynı sertlikte bir cevap vermesini bilmelidir. Şayet,ülkemiz bu olaya karşı sözde kalıp,eyleme dönüştürmezse gerek ulusal gerek ise uluslar arası alanda saygınlığını yitiren bir devlet imajı çizer. Bunun için ülkemizin dış politika karar alıcıları her türlü inanç, beklenti,imaj gibi sorunsalları göz ardı ederek sadece yapılan bu çirkin ve kabul edilemez durumu düşünerek bir çözüm planı hazırlamalı ve uygulamaya sokmalıdır. Peki, gündemde takip ettiğimize göre,herkesin dilinde bir SAVAŞ kelimesi ve HİTLER hayranlığı dolanmıştır. Bir anlık öfkemize, duygularımıza yenik düşmemeliyiz. Hitler gibi insan avcısı,faşist birini nasıl savunuruz veya savaş diyerek elimizdeki temel yeteneklerimizi,öz kaynaklarımızı bilmeden sırf bir takım duygularımızı tatmin etmek için bu sözü belirtmemiz bazı yanlışlara yol açmamıza neden olacaktır. Öncelikle belirtmem gerekirse,İsrail’in bu yaptığı bir savaş suçudur ve affedilmesi mümkün değildir. Ancak,bir devleti yönetirken her zaman rasyonel kararlar almak zorundayız,devlet yönetiminde duyguya yer yoktur. Acilen realist ve uygulanması mümkün kararlar almalı ve hemen eyleme dönüştürmeliyiz. Bu olayın başladığından ve duyulduğundan beri diplomasi trafiği çok hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, Nato gibi küresel ülke ve örgütler ile gerçekleştirdiğimiz diplomasi trafiği uluslar arası toplumun nabzını tutmada ve İsrail’e karşı bir birliktelik sağlamada önemli adımlardır. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken husus bu örgütlerin samimiyet dereceleridir. Daha öncede İsrail’in Gazze’ye saldırması sonucunda binlerce masum sivilin ölmesi Birleşmiş Milletler tarafından hiçbir yaptırıma tabi olmamış ve bizler katında Birleşmiş Milletlerin misyonunun yitirildiği kanaatini uyandırmıştır. Umarız ki bu olayda böyle sonuçlanmaz ve gerçekçi yaptırımlar ile İsrail dünya ve bölge barışını bozmanın cezasını alır.
Aynı anda gelişen diğer bir olay ise, PKK terör örgütünün İskenderun’da gerçekleştirdiği saldırı sonucu meydana gelen yaralı ve şehitlerimizin varlığıdır. Aynı zaman dilimlerinde meydana gelen bu iki önemli olayın bazı stratejistler tarafından bağlantılı olduğu ve eş zamanlı gerçekleşmesi kafalarda soru işareti bırakması anlamına gelebilecek yorumlarda bulunmaktadır. Bu konuda detaylı araştırma yaparak, sadece sözde değil elin kanıt ve yeterli argümanın bulunması sonucu bu iki olayın birleşik kaynaklardan beslendiğini açıklamamız gerekir ki aksi takdirde söylem ve tezimizin çürüme ihtimali azalsın. Ülkemizin enerjisini azaltan ve diğer ülkeler ile ilişkilerimizi temellendirirken bile önümüze çıkan bir sorun olan PKK meselesi ülkemizde uzun bir süredir açılmaya çalışılan Demokratik Açılımın bir sonucudur. Biz yazılarımızda bu olayların demokratik açılım yoluyla sona erebileceğini ancak yöntem ve içeriğin çok yanlış olduğunu defalarca yazmış biri olarak ülkemizin kanayan yarasının son bulması için derhal yeni içerikli, toplumun geniş bir kesimini kapsayan ve gerçekçi,sadece bir bölgenin değil,Türkiye’nin doğu ve batı,kuzey ve güney’indeki her türlü sorun çeken insanların bu demokratik açılıma tabi tutulmasını barındıran bir paket hazırlanması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu sorunun dış güçler tarafından daha fazla koz haline getirilmemesi ve bizlerin de başları karşısında bağımlı olmadığımızı göstermemiz açısından bu önerilerimiz son derece önemlidir
Özetle, gerek Gazze’ye yardım götüren aktivistlerin ölmesi, gerek ise ülkemizde yaklaşık 30 yıldır teröre verdiğimiz canların yitirilmesi herkesin moralini bozmakta ve içini yakmaktadır. Yazının başlığında belirtildiği gibi Önce can sonra canan misali bizler ilk önce kendi insanımızın huzur ve güvenliğini, yaşam hakkını sağlamadıktan sonra Gazze’de yaşayan masum insanlara ne kadar ve sağlıklı bir yardım yapabiliriz.Sonuç olarak güçlü bir devlet olmak istiyorsak hem içimizde hem de bölgemizdeki olaylara gözü kapalı kalmadan,realist bir perspektiften bakarak eylem ve strateji gerçekleştirmeliyiz.

Süleyman GÖK

30 Mayıs 2010 Pazar

BİLİM VE TEKNOLOJİ *

Dünya tarihinde bilim ve teknolojinin gelişim seyrine baktığımız zaman ilk zamanlarda yani taş ve cilalı taş devrinde insanlar geçimlerini sağlamak amacıyla ateş, çanak,çömlek gibi gerçek hayatta pratik fayda sağlayan buluşlara yönelmiştir. Teknolojinin terminolojik anlamına bakarsak, uygulamalı bilim olduğunu görürüz. O zaman ilk insanlar uygulamalı bilim alanında gelişme göstermişlerdir. Ortaçağ’da İslam kültür ve medeniyetin etkisinden gelişen astronomi, simya,astroloji,tıp,at bakıcılığı gibi önemli bilimsel veriler ışığından bilim dediğimiz olgu da ortaya çıkmıştır. Daha önce eski yunan’da doğa bilimlerin ortaya çıkması hoş karşılanmamıştır.
Bilim ve teknolojinin her zaman ilerlemesi merkezi krallıklar ve 17.yy’dan sonra ise ulus devletlerin kurulmasından dolayı hükümetlerin desteğine gereksinim duyulmuştur. Hükümetlerin ve kralların araştırma geliştirme faaliyetlerine destek vermesi birçok buluşun gerçekleşmesini hızlandırmıştır. Burada bir alış veriş söz konusudur. Bilim adamları bilgisini satarak geçimlerini sağlarken,hükümetler veya merkezi krallıklar ise kendi geleceğini güvenceye almak için bilim adamları tarafından satılan bilgileri satın alıyorlar. Ancak burada önemli olan ve unutulmaması gereken husus krallıkların ve hükümetlerin her zaman bir adım önde bulunduklarıdır. Burada vurgulanması gereken ve çok tartışılan bir kavram giriyor. Bilim ve iktidar arasındaki ilişkinin boyutu ve akıbeti ne olacak. Feyerabend’in dediği gibi bilim,iktidarın etkisi altında kalmadan işlerini yürütmeli ve birbirlerini etkileyecek hiçbir söylem ve eylemde bulunmamalı mıdır? İşte bu sorunsal günümüzde anti bilim ve post modern dünya dediğimiz olguyu doğurmaktadır. Yapılan,g eliştirilen ve bizlere sunulan her türlü yenilik,teknolojik buluş birilerinin yararına olmakla beraber,genel kitlenin zararına sonuç doğuran faaliyetler zinciridir. Bilim ve iktidar arasındaki ilişkinin gerektiği gibi rayına oturmaması bizlerin bilime olan güvenimizin sarsılmasına yol açmaktadır.
Yeni bilimcilik anlayışı faydacılık ile örtüşmektedir. Artık üretilen bilgi, teknolojik buluşlar toplumun yararını sağlamadıkça bir işe yaramamaktadır. Bilim adamı bir bilgi üretirken her ne kadar sadece kendim için üretiyorum, başkaları için değil dese bile unutulmamalıdır ki her bilgi yayılarak büyür ve toplumun geneline hakim olur. İşte, Newton,Bacon,Descartes gibi bilim adamlarının savunduğu görüş bilim ve teknolojinin genel olarak toplumun faydasına sunulması kanaatini taşımaktadırlar.Örnek olarak,bugüne kadar gelişen ve hala gelişmekte olan teknolojik buluşlara bir göz atalım. Haritacılığın gelişmesi,pusulanın bulunması,matbaa’nın icat edilmesi gibi dünya tarihinde bilimsel devrim sayılabilecek olguların bu kadar önemli olması toplumsal hayatta bir etkilerin olması ve insan yaşamını etkiliyor olmasıdır. Eğer bizlerde bir etkisi olmasaydı veya hükümetlerin yararına olmasaydı bugün matbaa’nın pusulanın adını duyamazdık. Onun içindir ki bilim ve teknoloji toplum yararına mı yoksa sadece bilimsel veri olsun diye mi üretilmeli tartışması bana göre toplumun yararına olduğu sürece bir etkisinin,d eğerinin olması bakımından bilim toplum içindir anlayışını savunmalıyız.
Sonuç olarak,bilim ve teknoloji tarih içerisinde birbirinden bağımsız ilerlemişler,birbirleri ile iç içe geçmiş bir şekilde bugüne kadar gelmiştir. Günümüzde yeni dünyada bilim ve teknolojinin bir arada kullanılması,bilim dergilerinden bilim adı altında teknolojik buluşlara,yeniliklere yer verilmesi gösteriyor ki bilim ve teknoloji ayrılmaz bir bütündür.
SÜLEYMAN GÖK
*Medeniyet Bilim ve Tarihi sınavı deneme çalışması

24 Mayıs 2010 Pazartesi

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNDE UZUN İNCE BİR YOL

Avrupa Birliği fikri nasıl ortaya çıktı ve genişleme stratejileri, aday ülkelerden neler istemektedirler ve Türkiye’nin bu zorlu yolda hangi alanlardaki eksiklikleri nedeniyle Avrupa Birliğine tam üye olamıyor noktasından başlamakta yarar olduğunu düşünmekteyiz. Avrupa ülküsü, gerçek bir siyasi projeye dönüşüp AT üyesi ülkelerin hükümet politikalarında uzun vadeli bir hedef haline gelmeden önce, sadece filozoflarla önsezili kimselerin düşüncelerinde yaşıyordu. Avrupa Birleşik Devletleri hümanist ve barışçı bir hayalin parçasıydı. Avrupa yüzyıllarca, sık sık yaşanan kanlı savaşlara sahne oldu. 1870-1945 yılları arasında Fransa ve Almanya üç kez savaştılar.. Birçok insan yaşamını kaybetti. Bu felaketler üzerine bazı Avrupa ülkelerinin liderleri, barışın sürdürülebilmesinin tek yolunun, ülkelerinin ekonomik ve siyasi yönlerden birleşmesi olduğu fikrine vardılar. Avrupa'da ulusal uzlaşmazlıkları aşabilecek bir örgütlenmenin kuruluşu İkinci Dünya Savaşı sırasında totaliter yönetimlere karşı savaşan direniş hareketlerinden kaynaklandı.
Yarım asırlık bir geçmişe sahip olan Avrupa Birliği, kuruluşunda çizilen geleceğin barış ve refah Avrupa’sı ideali doğrultusunda idari, yasal ve uygulamaya dönük yapısını oluşturmuş; hedefleri ve gereksinimleriyle bütünleşen politikaları belirleyerek uygulamaya geçirmiştir. Sürekli gelişmeye ve kendini yenilemeye yönelten dinamik yapısı, AB’yi dünyadaki diğer belli başlı aktörlerden farklı kılan bir model oluşturmaktadır. Birlik yaşamını şekillendiren ve yöneten bu model, her alanı kapsayan devasa müktesebatı ile kendi dilini yaratmaktadır.
Birlik dilinin tanınması halka daha yakın bir Avrupa’nın temelini oluşturmaktadır. Şüphesiz bu, gerek AB üyesi gerek aday ülkelerin vatandaşları için son derece önemlidir. Toplumsal bir proje olarak nitelendirdiğimiz AB tam üyeliği esasen siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamı tüm yönleriyle etkileyen değerler ve kurallar bütününün bir sistem olarak yansımasıdır. Bu süreçte bütünleşmek aynı dili anlamayı ve paylaşmayı da içermektedir. 1999 Helsinki Konseyi’nde Türkiye’nin AB tam üyeliğine adaylığının teyit edilmesiyle ortaklık ilişkisinin son aşamasına girilmesi, ülkemiz açısından tüm yönleriyle bir toplumsal dönüşüm projesinin hayata geçirilmesini ifade etmiştir. Çok yönlü ve çok boyutlu Türkiye-AB entegrasyonunun, toplumun tüm kesimlerinin tam üyelik sürecine daha da yakınlaştırılmalarıyla başarılı bir şekilde tamamlanacağı açıktır. Avrupa Birliği ve Türkiye-AB ilişkileri konularındaki bilginin Türkiye genelinde tüm kesimleri kapsayacak şekilde yaygınlaştırılması bu amaca ulaşılmasındaki öncelik taşımaktadır. (1)
Türkiye’de belirli çevrelerce dile getirilen görüşe göre Avrupa Birliği Hıristiyan Birliği olduğu için Türkiye’nin AB’ye girmesi olanaksız görülmektedir. AB genişleme süreci içinde hiçbir aday ülke yarım yüzyıl AB kapısında bekletilmemiştir. Türkiye’nin, o zamanki ismiyle Avrupa Ekonomik Topluluğu’na “ortak üyelik” için başvuruda bulunmasının üzerinden 51 yıl, 1987 yılındaki “üyelik” başvurusu üzerinden de 22 yıl geçmiştir. Yarım yüzyıl Türkiye’nin AB’ye üye olamamasının nedenlerini bulmamız gerekmektedir. Karşılıklı tavizlerle bu süreç işlemeli midir? Sorusuna cevap aranmalıdır. Türkiye, Turgut Özal’ın ifadesiyle bu ince uzun yolda, günün birinde AB üyesi olma ümidiyle AB’nin tüm çifte standartlarını görmezden gelerek yükümlülüklerini yerine getirmeye çaba harcamıştır.(2)
Türkiye – AB ilişkilerini tarihsel geçmişe sahip olduğunu herkes bilmektedir. Asıl bilinmesi gereken Türkiye AB’ye üye olacak mı, eğer olacak ise hangi şartların yerine getirilmesi gerekmektedir. Avrupa Birliği Türkiye’den istediklerini her platformda, her zirve sonuç bildirgelerinde dile getirmektedir. Önümüze sunulan, yapmamız gereken gelişmeler şunlardır;
-Yargı Bağımsızlığı sağlanmalı, yasaların uygulamadaki eksiklikleri giderilmeli, yargının işleyişi güçlendirilmesi,
-Örgütlenme, ifade ve din gibi temel hak ve özgürlükler sağlanmalı,
-Asker-sivil ilişkisi AB normlarına getirilmeli,
-Güneydoğudaki durum ve kültürel haklar düzeltilmeli,
-Makro ekonomik durumun iyileştirilmesi için adımlar atmalıdır.
Türkiye, AB’ye girmek için AB’nin istediklerini yapmalı ve yapar ise ne ölçüde yapmalıdır tespiti yanlış bir analiz parametresidir. Türkiye’nin AB’ye girmesi konusunda öncelikli belirleyici, Türkiye’nin yaptıkları/yapacakları değil, aksine AB’nin politik, ekonomik, kültürel, sosyal ve jeopolitik ihtiyaçlarıdır. AB, bu konuda dürüst davranarak, Kopenhang Kriterleri çerçevesinde aday ülke kendisine düşen yükümlülükleri yerine getirmiş olsa, adayın AB’ye tam üye olması, AB içinde ekonomik ve sosyal sorunlara yol açıyor ise, adayın tam üyeliğinin gerçekleşmeyebileceği açıklamıştır.
Bu makalede asıl olarak Türkiye’nin AB’ye yarım asır boyunca neden giremediğini irdelemek olacaktır. Bu konu üzerine farklı perspektiflerden bakış açıları sunmak istiyoruz. Fransa Dışişleri Bakanlığı Danışmanı Oliver Roy’a göre ‘Türkiye’nin nüfusunun büyük çoğunluğunun Müslüman olması, Türkiye’nin- AB üyeliğinin Avrupa kamuoyu ve özellikle Fransa tarafından istenmemesinin sebebini oluşturmaktadır‘ demiştir. (3) Türkiye, AB için dönüm noktası olacaktır. Çünkü, Türkiye’yi AB’ye almakla topluluğun bu soruya net bir şekilde yanıt bulması gerekecektir : ‘ AB yalnızca ekonomik bir topluluk mudur yoksa bütünleşmiş ve kendi başına ekonomik, askeri ve politik bir güç mü olmak istemektedir ‘ AB bu sorulara cevap bulamadıkça Türkiye’nin AB’ye girişi zor gözükmektedir.(4)
Wall Street Journal’da yayınlanan bir yazıya göre Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıkılmasındaki asıl neden Kıbrıs ya da siyasi reformlar gibi meselenin değil, ülke halkının yüzde 99’ unun Müslüman olması olduğu ve bu gerçek nedenin hiç konuşulmadığını belirtilmiştir.(5)
Bugün yaşanan bazı gelişmeler ışığında Türkiye Avrupa Birliği müktesebatını yerine getirmeye çalışmaktadır. Ancak kurulan Yeni Türkiye değerleri AB ülkelerinin paylaştığı değerlerden daha fazlasını temsil ediyor. Haksızlıklar karşısında sergilenen iki yüzlülüğü paylaşmayan, onun yerine kolektif vicdanın sesi olmayı tercih eden bir yaklaşımı dış politikasının asli unsuru yapmıştır Türkiye… Çifte standartlar da yeni Türkiye duvarına çarptığında daha kolay belli olmaktadır.
Türkiye, üzerine söylenmiş önemli biz söz vardır: ‘ Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar zengin bir ülkedir.’ Bu sözü Avrupalılar dile getirmektedir. Türkiye’nin zenginliğini anlayan yabancılar neden Türkiye’yi kendi aralarına almamaktadır. İşte asıl sorun burada başlamaktadır. Yukarıda yazdığımız görüşlerden ortaya çıkan sonuç Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusu bulunması, vatan uğruna para almadan ölen tek millet olması, AB üyesi ülkelerinin hepsinin Hıristiyan olması gibi nedenler ülkemizin AB ile entegrasyonunu zorlaştıran iç nedenler olarak sayılabilir.
Türkiye’nin AB’ye girme süreci içinde özellikle müzakere tarihi alabilmek için uyum paketleri kapsamında, ulus-devlet anlayışını ve üniter yapısını yok edecek, bütünlüğünü tehlikeye düşürecek uygulamaları yeniden gözden geçirmelidir. AB’nin Türkiye üzerindeki hedefinin ulus-devlet yapısını değiştirmek olduğu ve bu nedenle müzakere raporlarında yer alan ve niyetlerini açığa vuran beyanlarından anlaşılan, aleyhimizdeki konulara karşı tavır alınmalıdır. AB’ye giriş süreci, onurlu ve güven kuşkusu taşımayacak bir şekilde tavizsiz yürütülebilmeli, olmuyorsa bu ilişkiye yeni bir yön verilmelidir. Geniş anlamda; AB’ye dahil edilecek bir Anadolu coğrafyası üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devletinin var olduğu bir coğrafya olmayacaktır. Daha açık bir ifade ile, Anadolu coğrafyası, Yugoslavya gibi bir iç savaştan geçtikten sonra departmanlara ayrılacak ve parçaların bazıları veya tümü, federal bir yapı çerçevesinde AB’ye alınmak istenecektir.
Bütün bu süreçlerin Türkiye’yi getirmesi muhtemel olan üç nokta vardır : Birinci nokta, Türkiye’nin AB’ye 25 yıl sonra da olsa girmek için,etnik gruplara tanınmak üzere,önce kültürel,sonra politik özerkliği veya federal yapıyı kabul etmesidir.İkinci muhtemel nokta, Ankara’nın AB ile ilişkilerini bugünkü çizgi üzerinde bir süre daha devam ettikten sonra, devletin bu süreci durdurmak istemesi halinde veya bu sürece Türk vatandaşlarının bir bölümünün devletlerini kaybettiklerine inanmalarından ötürü tepki göstermeleri sonucunda,ülkenin bir iç savaşa sürüklenmesi ve parçalanmasıdır. Üçüncü muhtemel nokta ise bir iç savaştan sonra devletin yeniden şekillendirilmesi ile federal bir Türkiye’nin kurulmasıdır.
Sonuç olarak; Uzunca bir süre Türk Dış Politikası gündemin en önemli maddesini oluşturan AB ile ilişkiler konusu bırakın alt sıralara inmeyi neredeyse gündemin tamamen dışına çıktı. AB ile ilgili konulara ne devlet adamlarımızın ne siyasetçilerimizin açıklamalarında eskisi kadar rastlıyoruz. Bu durumun en önemli sebebi, AB üyeliği konusunda yitirilen umutlardır. Açılabilecek müzakere başlığı kalmayınca, UYUTMA işlemi tamamlanmış olacaktır. Acı ama gerçek; Türkiye bir adım atmadan Brüksel’de yaprak kımıldamayacaktır. BUGÜNLERDE HERKES, ERMENİSTAN PROTOKOLLERİNİN GELDİĞİ NOKTAYI KONUŞUYOR; PEKİ TÜRKİYE’NİN TEMMUZ 2005’TE İMZALADIĞI VE HENÜZ ONAYLAMADIĞI EK PROTOKOLÜN AKIBETİ NE? MÜZAKERELERİN TIKANMASININ TÜM KABAHATİ AB TARAFINDA MI ACABA?
Özetle, Türkiye ile Avrupa Birliği İlişkileri uzun ince bir yolda ilerlemektedir.Türkiye,kendine verilen ödevleri yerine getirebilecek mi ya da yarım asırdan sonra AB ile ilişkilere köprü mü atacak.Türkiye’nin bazı kesimler tarafından dile getirilen eksen değiştirmesi Avrupa Birliği ile ilişkilerde yeni bir dönemin başlayacağı anlamına mı gelmektedir? Ve en önemlisi Türkiye AB ile bütünleştikten sonra Egemenliğini engelleyen bir sürece mi girecek gibi cevaplaması zor ve önemli sorular ile bir yarım asır daha yoluna devam edeceğe görülmektedir.

Kaynaklar:
1-İktisadi Kalkınma Vakfı Yayınları, AB ve Türkiye İlişkileri sayfa 5
2-2010 Türkiye AB İlişkileri Açısından Dönüm Yılı Olacak. Prof. Dr. S.Rıdvan Karluk. Anadolu Üniversitesi(29.01.2010)
3-www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=43570
4-Mireille Sadege : Avrupa Birliği’ni Türkiye’ye getirmek-10.03.2008-radikal
5-lifeinbursa.com

15 Mayıs 2010 Cumartesi

DEĞİŞEN TÜRK DIŞ POLİTİKA KONSEPTİ

Türk Dış Politikası son zamanlarda hızlı bir ivme kazanarak çeşitli açılımlar yaparak herkese statüko karşıtı, eski politika anlayışının yanı sıra yeni bölge ve ülkelerle ilişkilere geçme gibi potansiyeli yüksek bir dış politikamız oluşmaya başlamıştır. Günümüz Türkiye ve komşu ülkeleri arasındaki uluslar arası ilişkiler kuram çalışmaları ‘stratejik derinlik’ adı altında dış işleri bakanımız Ahmet Davut oğlu tarafından uygulanmaktadır. Bugünkü dış işleri bakanımızın akademik kökenli olması ve uluslar arası ilişkiler teorilerini pratikte uygulamaya çalışması bakımından son derece önemli çalışmalar yapmaktadır.Çünkü,teori’nin pratiğe dönüşmediği zaman öneminin olmadığı biinmektedir. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında belirttiği gibi, Türkiye'nin küresel siyasal, ekonomik ve kültürel krizlerin seyrettiği coğrafyanın merkezinde bulunması, aslında Türkiye'nin bölge de üreten ve kucaklayan, baş aktörlerden biri olması gerektiği gerçeğini açığa çıkarıyor.2002 AKP iktidarıyla beraber Türk Dış Politikasının vizyon değişikliğine gittiği muhakkaktır. Proaktif bir yaklaşım sergilenmiş, kimilerine göre ise bu yaklaşım Neo–Osmanlıcılık olarak görülmüştür. Ne dersek diyelim, dış politikada tek eksenli değil, bütüncül ve sistematik bir politika gözettiklerini söyleyebiliriz. Bu olayların gerçekleşmesi tabii ki de tesadüf değildir. Çünkü dış politika analizi yaparken bizlerin kullandığı bazı yöntemlerden karar alma yaklaşımına göre siyasilerin, karar alıcıların dini inanışları, kültürleri, kişisel tercihleri bir ülkenin dış politikasını belirlemektedir. Bunun için ülkemizde iktidarda bulunan siyasi partinin dini yönünün ağırlığının olması, Ortadoğu, İslam ülkelerine olan ilginin buradan kaynaklandığı düşünülürse gelinen bu süreç bir tesadüf eseri değil; zorunluluğun gerekçesidir.Davutoğlu’nun göreve geldiğinden bu yana ve de akademisyenlik hayatı boyunca sıklıkla dile getirdiği konu ise Türkiye’nin bulunduğu konum itibariyle muhakkak aktif ve çok yönlü politika izleme zorunluluğu bulunduğu idi. Artık sloganlarda değişmişti : "Bizim eksenimiz Ankara eksenidir ve ufkumuz 360 derecedir."(1) Eksen kayması kavramı ise muhalifler ve de uluslararası basın tarafından en çok dile getirilen söylemdi.Dış politika da yaşanan trafiği değerlendirirsek eğer, 2009’da Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanlığı nezdinde yapılan yurt dışı ziyaretlerinin toplamda 145 ülke olduğudur. Bu rakam bile Türkiye’nin dış politikadaki dinamizmi özetlemeye yetiyor.(2) Ayrıca, Dış politikanın sadece diplomatik faaliyetlerin yanı sıra, enerji, ekonomi, ticaret, kültür, ulaştırma ve sağlık alanlarını da kapsadığına belirtmekte fayda var. Bu anlamda uluslararası ekonomik krizin olduğu bir ortamda Ortadoğu’dan, Kafkasya’ya, Latin Amerika’dan Çin’e yapılan ziyaretler büyük anlam taşıyor.(3)
Bizlerin bugün üzerinde tartıştığımız TÜRK DIŞ POLİTİKASI’nın ekseninin kaydığı ve çok yönlü bir politika izlediği olguları aslında yeni bir şey değildir.Tarihin derinliklerine indiğimiz zaman bugün tartıştığımız ve meydana gelen yüksek düzeyli işbirliği ilişkilerimiz 1974 yılından itibaren ülkemizde tartışılmaya başlanmıştır. Türkiye,coğrafi,siyasi,kültürel olarak çok önemli bir merkez ülkedir.Ortadoğu ve Batı dünyası arasında olması,Hem Batı,Hem de Doğu kültür ve medeniyet bağlamında ortak yönlerinin bulunması Türkiye’nin politik yapısını etkilemiştir.İç ve Dış politikamızda bu unsur çok rahat bir şekilde gözlenmektedir.Örnek vermek gerekirse,Türkiye’nin 1976 yılında İslam Konferansı İşbirliği Örgütüne üye olması,daha sonra 1980 yılında Kenan Evren’in İKÖ’nün eşbaşkanlığını yapması bizlerin ortadoğu ülkeleri ile ilişki kurmaya başladığımızı göstermektedir. Peki,1974’ten itibaren ülkemizin dış politikası üzerinde tartışılmakta olan eksen kaymasının nedenleri nedir diye soracak olursak; yıl 1975 ülkemizde Çok Yönlü Dış Politika Konsepti tartışılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin ABD tarafından silah ambargosuna maruz kalması,Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ilişkileri dondurması Türkiye’nin Batı’ya karşı tavrının değişmesine neden olmuş ve çok merkezli bir dış politika vizyonu izlemeye başlamasına neden olmuştur.1973 yılında Arap-İsrail savaşında Arapların yer alınması ve stratejik önemini kullanarak Batı’ya gözdağı verilmesi bu konseptin gereğidir.İsrail ile ilişkilerini Maslahat Güz arlar seviyesine indirilmesi,Ortadoğu ülkeleri ile dış ticaret hacminin artması,Filistin Kurtuluş Örgütüne ait bir temsilcilik açılması Çok Yönlü Dış Politika Konseptine geçişin unsurlarıdır. Günümüzde ülkemizin Irak,İran,Suriye ve diğer Arap Ülkeleri ile üst düzey stratejik işbirliğinin olması,antlaşmaların yapılması bazı kesimler tarafından yeni bir oluşum gibi gösterilmek istense de tarihsel bağlamdaki örneklerine baktığımızda gerçeklik payının olmadığını görmekteyiz.Geçmişte,Batı’ya karşı bir strateji ile girişilen bu politika günümüzde nasıl yürütülmektedir? Tartışılır fakat olması gereken bir Dış Politika vizyonudur.Yukarıdaki gelişmelerin çıkış aşaması Türkiye’nin Batı’ya karşı olan tavrıdır.Acaba günümüzde ülkemizin Kıbrıs,Avrupa Birliği gibi konularda ABD ve Avrupa Ülkeleri tarafından yeterince ciddiye alınmaması bugünkü Ortadoğu ülkeleri ile yüksek düzeyli işbirliği yapmamamıza neden mi oldu diye bir soru sormak gerekirse önemli bir konuya değinmiş ve tartışma başlatmış oluruz? Gerçekleşen olayların,antlaşmaların ve ilişkilerin boyutları gereği Batı’ya karşı bir gözdağı vermek mi yoksa ülkedeki siyasi iktidarın dini,kültürel yönden Ortadoğu ve Arap coğrafyasına yakın sayılması ve Din unsurunu kullanması gibi karar alıcı mekanizmanın özellikleri gereği doğal bir süreç midir? Bu bağlamda tartışılması gereken bir konudur.Ancak bilinmesi gereken bugün yaşanan olayların hiçbirinin ilk olmadığı ve geçmişte izdüşümlerinin var olduğunun kamuoyu tarafından bilinmesi gerekir.
Özetle belirtmem gerekirse,bugün yaşadığımız gelişmelerin çok daha önceleri yaşadığımızı unutmamamız gerekmektedir.Ülkemizde tarihsel araştırmalardan yoksun kesimlerin,laikliğin elden gidiyor diye veryansın eden kesimin,Türkiye gibi bölgesel hakimiyete aday bir ülkenin statüko politikası izleme gibi bir şansının olmadığı halde,statükoculuğu savunanların olması hata yapma oranımızı arttırmaktadır.Sonuç olarak bir soru sorarak makalemi bitirmek istiyoruz.Türkiye 3 tarafı denizlerle 4 tarafı düşmanlarla kaplı bir ülke olarak,bu konjektür Komşularla Sıfır Politika gerçekleşir mi? Sorusuna hepimizin cevaplaması gerektiğini düşünüyoruz.

Kaynakça:

1- http://www.turktime.com/haber/Eksenimiz-Ankara-Ekseni-Ufkumuz-360-Derece/79333
2-http://www.mfa.gov.tr/default.tr.mfa
3-http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=523

Süleyman GÖK

30 Nisan 2010 Cuma

TÜRKİYE GENÇLİK KURULTAYI ÇALIŞTAYINA DAVET...

Değerli Türkiye Gençlik Kurultayı Gönüllü
Adayları;İznik Çalıştayı hakkında siz değerli katılımcılarımıza daha
detaylı bilgiler vermek istiyoruz. Çalıştayın iki gün boyunca (19-20
Mayıs 2010)sürmesi planlanmaktadır.Çalıştay süresince Konaklama ve Yemek
ücretsiz olacaktır. Sadece Kırtasiye masraflarının çıkarılması amac......ıyla
kişi başına 10 YTL bir ücret alınması öngörülmektedir. Sizlerin
ilgisini ve katılımını bekliyoruz..

http://www.tgkiznikcalistayi.tr.gg/Ana-Sayfa.htm

21 Nisan 2010 Çarşamba

TÜRKİYE’DE PARTİ BİRLEŞMELERİ

Bu sözü son 3-4 yıldır sık ve her platformda duymaktayız. Birleşin… Birleşmek, iki farklı görüşün ortak bir mutabakat’ta anlaşmaya vararak tek çatı altında çalışmalarını sürdürmek anlamına gelmektedir. Türkiye’de dediğimiz gibi 3-4 yıldır sol partiler arasındaki ayrımın giderek keskinleşmesi, bu görüşü savunan sempatizanları tarafından şiddetle eleştirilmekteydi. 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri öncesinde meydanlara toplanan milyonlarca insan birleşin diyerek sol partilere sitemlerini dile getirmişler,AKP iktidarına karşı ancak birleş ilerek karşı bir güç olunabileceğini dile getirmişlerdir. Bu talepleri gören CHP ve DSP aynı çatı altında girdiklerini seçimde % 22 gibi hayal kırıcı bir sonuçla ana muhalefet partisi olarak seçimlerden çıkmıştır. Ondan sonraki süreci herkes çok iyi bilmektedir. DSP’nin CHP’den ayrılması, yeni sol ve milliyetçi partilerin kurulması Türkiye’de parti birleşmelerinin zor olduğunu göstermektedir.Peki bunun nedeni nedir? Diye sorduğumuzda karşımıza birçok alternatif görüş çıkmaktadır. Bunlardan birincisi;her partinin örgütünün olduğu ve parti tabanının başka partiler etrafında seçime girmesini istemediğidir.İkinci görüş ise; milletvekili,danışmanlık,bakanlık gibi kişisel ve partisel çıkarları yüzünden liderlerin anlaşamaması gibi sorunlar ülkemizde partilerin birleşmesine engel teşkil etmektedir.
Türkiye’deki seçim sisteminin sorunlu olduğunu bildikleri halde yeni kurulan ve %1-2’lik oy alabilen partilerin büyük ve geniş tabanı olan partiler etrafında birleşmeleri gerekmez mi? Akıl sahibi insanların düşündükleri tabii ve doğal olarak güçlü bir iktidara güçlü bir muhalefetin gerektiği ; bunun için bölünmüşlük içerisinde değil birlik ve beraberlik içerisinde mücadele etme gerekliliği ve kararlılığını düşünmektedirler. İşte burada bir nokta karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle ülkelerin zor süreçlerden geçtiğinin belirtilmesi bunun için herhangi bir çalışmanın yapılmaması yanlıştır. İlk önce ülkemiz diyebilen ve ülkemiz ortak paydasında buluşabilen partilerin birleşmemesi mantıksızlıktır. Araya ne zaman kişisel hırs ve çıkarlar girerse o zaman o oluşumdan sonuç alınamaz.
Burada yaklaşan seçimler ışığında ülkemizde sol geleneği temsil eden Atatürk’ün kurduğu parti CHP ile Bülent Ecevit’in Kurduğu DSP arasındaki kopukluğu dile getirmek istemiyoruz. Hepimiz biliyoruz ki ne zaman ülkemizin milli menfaatlerini gerçekten ve samimi olarak savunan liderler çıkar işte o zaman birleşme konularındaki tıkanıklık çözülür. 6 Eylül 2009 tarihinde Aydınlık Dergisine röportaj veren DSP lideri Masum TÜRKER: ’ İktidar değişikliği için ortak bir parti etrafında toparlanmalı. İktidar partisinin uygulamalarına karşı farklı fikirlerde olsa muhalefet ortak bir noktada buluşuyor. AKP’nin Türkiye’yi uçurumun kenarına sürüklediği konusunda mutabıktırlar. Bir taraftan da iktidar partisi parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduruyor. Seçimler normal süreçte 2011 yılında yapılacak. Yani iki yıl daha var. Seçimler bu partiler tek başlarına girdiklerinde kuvvetli bir alternatif yaratamıyorlar. ‘ demiştir. DSP’nin Ecevitli yıllardaki büyük başarısı Türkiye’de solun yeni temsilcisi olarak anılmasına neden olmuş ; 2002 seçimlerinden sonra barajı aşamayacak hale gelmiştir. Bunun birçok nedeni var: Liderlerinin sağlık sorunu olması, Şu anki iktidar partisinin yıllar önce bu göreve hazırlanması, iç ve dış konjonktür DSP’nin başarılı olmasına olanak sağlamamıştır. Masum Türker’in son açıklamalarına baktığımız zaman ise kendi içerisinde çeliştiğini ve paradoksal hale geldiğini görmekteyiz. Masum Türker: ‘ DSP’yi bana verilen yetkiyle asla hiçbir partinin çatısı altında seçime sokmayacağım. Bize bölünmeyin,küçülürsünüz diyorlar. Daha baştan küçülmeyi kabul ediyorlar. Halbuki büyük olmayı düşüneceğiz. ‘ diyerek gelecek seçimlerde partisinin tek başına seçime gireceğinin sinyalini vermiş bulunmaktadır. Yukarıda aynı parti liderinin iki farklı görüşünü yazdık. Aralarındaki farkı siz okuyucularımıza bırakıyoruz.
Özetle; İşte bu gelişmeler doğrultusunda ülkemize yeni bir parti gerekmektedir. Toplumun tüm kesimlerini birleştirecek, ülkemizi gericilere, bölücülere teslim etmeyecek bir partinin kurulması ihtiyacı oluşmuştur.Bu partinin misyonu ve vizyonu; Atatürk’ün altı ilkesini rehber edinmiş olacaktır.Demokratik,laik,milliyetçi,devletçi,cumhuriyetçi,halkçı,devrimci özellikleri sentez yapan,bağımsızlık savaşımızı başlatan Gazi Mustafa Kemal’in ilkeleri ve önderliğinde tüm ezilmişlerin, sömürülenlerin yanında Atatürkçü,milliyetçi bir partinin kurulması gerekmektedir.Ülkemiz bir çıkmaza girmiş, bütün kurumlarıyla yeniden bir yapılanmaya gitmesi gerekmektedir

Süleyman GÖK
21.04.2010

17 Nisan 2010 Cumartesi

ÖZGEÇMİŞİM

ÖZGEÇMİŞİM
Süleyman GÖK(1989- …) 1989 yılında İzmir’de dünyaya geldim.100.yıl İlk Öğretim OKULU,Hilal Necmiye Hüsnü Ataberk İlk Öğretim OKULU’nu bitirdim.Lise öğrenimimi Cem Bakioğlu LİSESİ’nde tamamladıktan sonra 2007 yılından bu yana Selçuk Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümünde Eğitim-Öğretim hayatıma devam etmekteyim.
Bu zaman aralığında birçok sivil toplum kuruluşunda sorumluluk,gençlik komisyonu başkanlığı ve gençlik platformlarında üyeliklerde bulundum.
Aldığım Belgeler:
-ÇYDD Deniz Yıldızı Projesi kapsamında 18 hafta sonunda Deniz Yıldızı Sertifikası.Bu projede Cv hazırlamadan,kişisel gelişime,çevre konusundan,uluslar arası ilişkiler konularında çeşitli eğitimler aldım.
-Selçuk Üniversitesi bünyesinde yapılan konferansta Kişisel Gelişim Sertifikası,
-2009-2010 Yaz Dönemi ORSAM(Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezinde) 15 günlük yaz okulunda bulundum.Bu eğitimim sonucunda İngilizce ve Türkçe olmak üzere 2 tane ORSAM Sertifikası,
- Türk Dünyası Araştırma ve Kültür Vakfı’nın(TDAV) yaptığı Türk Dış Politikası adlı kongreye Türkiye-Kafkasya İlişkileri adlı bilimsel makalem ile başvurdum,kabul edildi.
- Bulunduğum sivil toplum kuruluşundaki gençlik komisyonu başkanlığım dolayısıyla Aksaray,Afyon,Eskişehir,Antalya’da toplantılara katıldım ve sonuç bildirgesi hazırlanmasında görev aldım.
- Yabancı dilim İngilizce olmakla beraber şu an dil seviyemi gösteren bir belgeye sahip değilim.Ancak Orta derece İngilizce bilmekteyim.
- Selçuk Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Topluluğu,Avrupa Birliği Eğitim ve Proje Topluluğu üyesiyim.
-Türkiye Gençlik Kurultayı Araştırma Geliştirme Koordinatörlüğü,
-ORSAM bünyesinde yapılandırılmış GENÇ ORSAM bölümünde Ortadoğu üzerine makaleler yazmaktayım.
-Politika Dergisi kadrolu yazarlığı yapmaktayım.
-Mayıs 2009 ayında Eskişehir’de yapılan 10.Demokratik Öğrenciler Kongresine katıldım.
-3H hareketinin yapmış olduğu konferansa başvurum kabul edildi fakat sınavlarımın çakıştığı için katılamadım.
- Sosyal olarak ; Otomobil Sporlarına ilgim olduğu için Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu (D) lisansına sahibim.

* SİHİRLİ BİR SÖZ DEMOKRASİ?

Son zamanlarda meydana gelen olaylarda,dillerde ve eylemlerde ağızlardan düşmeyen bir sözcük olan Demokrasi lafını irdelemeye karar verdim bu yazımda.Acaba gerçekten demokratik bir ülkede mi yaşıyoruz.Bu konu hakkında çok yazı yazdım fakat demokrasi adı altında yaşanan ve bizlere bir takım yollar ile dikta ettirilmek istenen düşünce gerçekten doğru mudur?gibi paradokslar taşmaktayım.Çünkü,araştırırsak demokrasi ve otoriter,totaliter rejimleri arasındaki farkları ve ülkemizdeki yönetim biçimini görmenin çok zor olmadığını düşünüyorum.
Son günlerde yaşanan gelişmeler ışığında bir değerlendirme yapmak istediğimiz zaman aklımıza gelen sorulardan bazıları şunlardır? Biz yaşananları ne kadar hakediyoruz? Bu yaşadıklarımızın yasal dayanağı var mı? Demokratik bir ülkede mi yoksa Demokrasi adı altında farklı bir yöntemle mi yönetiliyoruz ki aklımıza sorular gelmektedir.Ben bu yazımda demokratik rejimin özelliklerini vurguladıktan sonra ülkemizdeki durumu açıklamak istiyorum ki arasındaki fark daha iyi anlaşılsın.Okuyucularım,beni takip edenler net bir şekilde sonucu görsün istiyorum.
O zaman diyorum ki DEMOKRASİ;halkın kendi kendini yönetmesi anlamına gelmekle beraber,çağdaş demokrasilerde olmazsa olmaz bazı özellikleri bünyesinde barındıran bir yönetim şekli diye tanımlayabiliriz.Genel olarak kaynaklarda;halkın kendi kendini yönetmesi olarak geçmesine rağmen bu sözü temellendirme gereksinimi vardır.Çünkü,demokrasiler sadece halkın belirli kesimlerinin katılımlarıyla gerçekleşmemekte,farklı kurum ve kuruluşlar ile desteklenerek sürdürmektedir.Peki,bu yardımcı kuruluşlar veya olaylar nelerdir diye baktığımız zaman aklımıza aşağıda sıraladığım unsurlar gelmektedir:

1-Bağımsız Hukuk ve Yargı Sistemi
2-Bağımsız Medya Sistemi
3-Siyasi Partiler Kanunu Adaleti
4-Dokunulmazlıkların olmaması
5-Hükümeti denetleyebilecek Rtük,Yök,Üniversiteler gibi anayasal organların olması

gibi ve daha sayamadığım bazı unsurlar çağdaş demokrasiyi oluşturmaktadır.İlk tanımladığımızın yanında bu unsurların olmaması bir ülkede demokrasinin olmadığını gösterir ki bu sürecin sonu Otoriter,Totaliter rejime doğru kaydığını bizlere gösterir.Bu kadar tezlerimi ortaya koyduktan sonra üzerinde yaşadığımız topraklarda demokrasi adı altında yaşadıklarımız yukarıdaki 5 ilkeye ne kadar uygun olduğunu ben cevap vermek istemiyorum.Bu yazıyı okuyanlar kendliğinden cevabını bulmaktadır zaten.Ben bu ilkeler çerçevesinde ülkemizdeki düzeni sorgulamak istiyorum.
İlk olarak ülkemizde Bağımsız Yargı ve Hukuk Sistemi var mıdır?Ülkemizdeki değerli hukukçular,bilim adamlarının da dediği gibi tam bağımsız yargı bugün yoktur.Daha iyi anlaşılması için bir örnek vermek istiyorum.Sincan Hakimi Osman KAÇMAZ, YARSAV Başkanı EMİNAĞAOĞLU ve daha bir çok hakim,savcı,barolar üzerindeki baskının açıkça ortaya çıkması,Osman KAÇMAZ'ın üzerimde kurumsal bir baskı var demesi,Adalet Bakanı ve Müsteşarının HSYK'da bulunması ve Yürütme ve Yargı sisteminin birlikte yürütülmesi ülkemizde ne kadar bağımsız bir yargının olduğunu göstermektedir.Hukuk dışı uygulamaların olduğu,yasa dışı dinlemelerin olduğu bir ülkede ne kadar demokrasiden söz edebiliriz.Demokratik bir ülkede;normal bir vatandaşın devlet dahil kim haksızlığa uğramışsa bu hakkını bulacağı yer olan Yargı'nın durumu ülkemizde pek iç açıçı değildir.
İkinci olarak Bağımsız Medya var mıdır? Bugün bu soruyu hemen hemen hepimiz cevap vermekle beraber kuşkuyla yaklaşmaktayız.Ülkemizde yandaş medya gibi bir kavramın oluşması,karşıt görüşteki insanların birbirlerini bu sözle itham etmesi medyanın ikililiğinin doğduğunun göstergesidir.Ülkemizde büyün medya patronlarının bizleri yönetenler hakkında herhangi olumsuz bir haberden sonra başına ne geldiğini gördük.Bağımsız,sadece doğrular için yayın yapan bazı kuruluşların sahipleri ise bugün adı bile tartışmalı olan Ergenekon soruşturması çerçevesinde silivride tutulmaktadır.Fakat,bu ülkeye ihanet eden,ihanet planlarını çarşaf çarşaf yayınlayan bazı gazeteler özgürlükçü bir anlayışla yollarına devam etmektedir.İkinci ilkemizi de malasef olumsuz bir izlenimle yazmak zorunda kalıyorum.
Siyasi partiler kanundaki uygulamalar,dokunulmazlıkların olması,parti içindeki liderlik suntası gibi anti demokratik uygulamaların olduğu bir ortamda heralde demokrasiden söz edemeyiz.Parası olanların yönettiği,halkın kendi kendini yönetmesi için seçtiği insanların TBMM'de olmaması,baraj sebebi nedeniyle meclise girememesi demokraside belirli sıkıntıların olduğunu göstermektedir.Parti teşkilatlarındaki en küçük kişinin bile lider tarafından atanması parti içindeki demokrasinin ne kadar geride kaldığını göstemektedir.
Demokrasinin olduğunu eleştiri gibi önemli bir kavram gösteririr.Eleştirilmeyen kendini yenilemeyen kurum,kişi ve kuruluşlar geri kalmaya muktedirdir.Demokratik bir göstergesinden bir diğeri SENDİKALARDIR.Ülkemizde sendikalaşma hareketinin dünü,bugününe baktığımız zaman büyük bir kitleyi bünyesinde barındırması bakımından önemli bir işlev görmektedir.Fakat,bugün sorguladığımızda ne kadar olumlu işleve sahiptir.Tekel işçilerinin direnişine baktığımız zaman bu olayda Sendikaların zaaflarının olduğunu göstermektedir.Olayların bu noktaya varılmadan engellenmesi var iken neden bu zamana kadar kalındı gibi sorular halkımız üzerinde sorgulanmaktadır.
Sonuç olarak;çağdaş demokratik ülkelerdeki ilkeler ile ülkemizin şu andaki durumu arasındaki korelasyonu yazmak zorunda hissettim.Bazılarının dediği gibi en azından ben öyle düşünmüyorum demokratik bir ülkede yaşamıyoruz.Eğer süreç böyle devam ederse diktatörlüğe doğru gidişimiz hızlanmaktadır.Bazıları benim bu tezime karşı çıkabilir.Fakat,ülkemiz gerçeklerini iyi analiz edersek benim tezimin havada olmadığını ve temellendirmelerim ile desteklediğim yazımın iyi anlanılacağını düşünüyor herkese mutu ve huzurlu yarınlar diliyorum...

Süleyman GÖK 13.02.2010

*Politika Dergisinde yayımlanmıştır.