25 Şubat 2011 Cuma

Ekonomi Zirvesi


Türkiye Gençlik Kurultayı ve Celal Bayar Üniversitesi Genç Yatırımcılar Kulübü'nün paydaşlığında 23-24-25 Mart 2011 tarihlerinde Şehzadeler Şehri olarak nitelendirilen Manisa'da düzenlenecek olan '' Gençler Ekonomiyi Tartışacak '' sloganı ile ortaya çıkan Ekonomi Zirvesi ülkemizin ekonomisi üzerinde gençlerin düşünceleri ile şekillenecektir.Vergi Konusundan,Bankacılık Sektörüne ve en önemlisi ise 2023 Ülkemizin hedeflerinin artılarının ve eksilerinin tartışıldığı bir ortam olması bakımından ülkemiz açısından son derece önemli rol oynayacaktır.

Türkiye Gençlik Kurultayı yaptığı ve yapacağı etkinlikler ile ülkemizde gündem belirlemeye ve gündemi takip etmeye her zaman devam edecektir.Farklı politikalar ve stratejiler üreterek, Anadolunun zengin kültür ve medeniyetlerine ev sahipliği yapan şehirlere pozitif ayrımcılık ilkesi uygulayarak birçok anadolu şehrinde ülkemizin tartışılan sorunları hakkında beyin fırtınası gerçekleştirecektir.Bu bağlamında Türkiye'nin Dört Bir yanında gelen arkadaşları bünyesinde barından Türkiye Gençlik Kurultayı bünyesinde sağladığı birlik ve beraberliğin, tüm ulus ve ülke çapında yayılması için çalışmalarına devam edecektir.

Ülkemizin yapısal sorunlarının olduğu bir realitedir. Bu sorunların başında ekonomi gelmektedir.Çünkü biliyoruz ki ekonomi ve siyaset birbirini tamamlamaktadır.Ekonomik sorunların olduğu yerde; demokrasi,insan hakları ve özgürlük gibi demokratik hayatın ve çağdaş liberal teorilerin olanağının bulunması ve yerleşmesi mümkün değildir.Bunun bilincinde olan Türkiye Gençlik Kurultayı Gönüllüleri Çanakkale'de yaptığı Yerel Yönetimler Zirvesi'nden sonra Manisa Celal Bayar Üniversitesinde Ekonomi konusunu masaya yatırarak ülkemizin kanayan yaralarına bir bir çözüm yollara bulmaya çalışacaktır.Bu etkinliklerin sonuç metinleriyle birlikte karar alıcı mekanizmalara gençliğin sesinin duyurulmasının çok önemli olduğu aşikardır. Mart ayında Ekonomi Zirvesinde yapılan tartışmalar sonucunda ortaya çıkan görüş ve düşünceler bizlerin geleceğimizin şekillenmesinde son derece önemli rol oynamaktadır. Ekonomik istikrarsızlığın olduğu bir yerde; siyasi kaos, hukukun yeterince işlememesi ve anarşinin boy göstermesi gibi olumsuz sonuçları beraberinde getirecektir.Onun için buradan konuya ilgi duyan arkadaşlarımıza bir duyuru yapmak gerekirse; ülkemizin en önemli ve güncel meselelerinin tartışıldığı bir platform olan Türkiye Gençlik Kurultayı'nın etkinliklerine hepinizi bekliyoruz. Bu noktada Ekonomi Zirvesine belirtilen tarihlerde başvurularınızı özenle ve istekle yaparsanız geleceğe ülkemiz ve gençler adına daha emin ve sağlam adımlarla yürümüüş olacağız.

Gençlerin apolitik ve depolitizasyon'dan kurtulmalarını, artık sivil demokratik hayatın bir parçası olarak seslerimizi bilimsel çalışmalar ile duyurmak bakımından bu gibi etkinliklerin önemi yadsınamaz.Bunun için diyoruz ki,21.yüzyıl Türkiyesinde illegal,yasadışı faaliyetlerin bir parçası olmak yerine, Gazi Mustafa Kemal'in de biz gençlere önerdiği gibi Aydınlanmacı,bilimsel bilgiler ışığında,akıl ve mantık ilkeleri çerçevesinde çalışmalar yapmak,sonuçlarının tartışıldığı ve en önemlisi ise demokratik hayatımızın gelişmesini istiyorsak Popper'in dediği gibi Eleştirel Akıl'ın gelişmesi ve yaygınlaşmasına olanak sağlamalıyız.

Özetle; Türkiye Gençlik Kurultayı yapacağı Ekonomi Zirvesi ile yine ülkemizde var olduğunu gösterecektir.Her türlü ayrımcılığa ve ötekileştirmeye karşı olan duruşu ile, birlik,beraberlik ve en önemlisi Önce Ülkemiz ilkesi ile çalışmalarına devam edecektir.Türkiye Gençlik Kurultayının bu etkinliği gerçekleştirmesinde önemli etkisi olan Celal Bayar Üniversitesi Genç Yatırımcılar Kulübüne, yönetim kuruluna ve tüm gönüll arkadaşlarıma buradan teşekkür ederim.23-24-25 Mart 2011 tarihlerinde Şehzadeler Şehri Manisa'da tüm gönüllülerimiz ve arkadaşlarımız ile görüşmek dileğiyle...

Süleyman GÖK
Türkiye Gençlik Kurultayı AR-GE Koordinatörü

16 Şubat 2011 Çarşamba

HUZUR!

Yoğun siyasi çekişme ve kavgaların arasında huzur gibi kelimenin anlamını herhalde hepimiz unuttuk ya da hasret kaldık. Ülkemizde huzur, mutluluk ve saygının nasıl yerleşeceğine olan inancımız hep var idi ve bundan sonra da devam edecek. Ancak bunun yolu nasıl olacak, hangi yöntemler kullanılarak ülkemizdeki insanların birbirlerine karşı sevgi ve saygıyı üst tutmalarına yol açabilecek bu gibi tartışmalar bundan sonra ülkemiz gündeme sıkça gelmesini düşünmekteyim. Bu yazımda gündemden biraz uzaklaşarak ve sanal siyasi kaygıları bir tarafa bırakarak ülkemizdeki en büyük yapısal sorun olan insanların birbirlerine karşı tahammülsüzlüğünü ve saygılarının azalmasının nedenlerini, bunun sonucunda da bir takım öneriler ile yazıma son vereceğim. .
Öncelikle toplumsal bir sorun olan saygı ve sevginin azalmasının elbette ki nedenleri bulunmaktadır. Dünyamızda nedensiz bir şeyin olacağını kimse düşünmemektedir. Peki, bu nedenlerin sonucunda toplumsal bozukluk, anarşi ve terör gibi istemediğimiz olayların ortaya çıkmasını görmekteyiz. Peki, bunların ortaya çıkmasındaki en büyük neden nedir diye bir soru soracak olursak eminim ki hepimiz birbirinden farklı yanıtlar verecektir. Tabi bu normal karşılanmalıdır. İnsanların hepsinin aynı düşünceden, aynı tornadan çıkmasını beklememiz normal bir düşünce şekli değildir. İşte tam bu noktada sorunun asıl kaynağı ortaya çıkmaktadır. Farklı düşüncelere karşı tahammülsüzlük… Bu sorunun en önemli ve belki de en can alıcı nedenidir. Herkes doğru bildiğini, karşısındakilerin yanlış yaptığını düşünmektedir. Ama hiç kimse kendi kendini eleştirme cesaretinde bulunmamaktadır. Bir kişinin gerek kendini gerek ise başkalarını eleştirmekten korkması büyük toplumsal sorunlara yol açmaktadır. Bunun sonucu ise kargaşa, terör ve anarşidir. Bu noktalara gelene kadar insanlar her şeyi biliyorum havasından çıkıp farklı duygu ve düşüncelere saygı gösterip, onlara değer vererek dinlese hiçbir sorun kalmaz. Bu sadece Türklere özgü bir sorun değil, küresel bir sorun haline gelmiştir. Tahammülsüzlük… Ben yanlış bilebilirim, sen doğru bilebilirsin sonucunda ortak bir paydada doğruya ulaşabiliriz anlayışı ne zaman yerleşir işte o zaman HUZUR’ a kavuşmuş oluruz.
İkinci bir neden ise yukarıda da kısmen bahsettiğim gibi eleştiriden yoksun bir toplum oluşumuzdan kaynaklanmaktadır. Sadece kendi dünya görüşümüze uygun kişileri okuyup, onları dinlemek bize her zaman haz vermiştir. Ancak bizim dışımızda da bir dünyanın olduğunu unutmamamız gerekir. Kendi fikrinden, düşüncenden insanlarla iyi geçinmek toplumun geneli itibari ile içi geçinebilme anlamına gelmemektedir. Farklı seslere, düşüncelere olanak sağlamak,onların yaşaması için yaşam hakkı sunmak demokrasilerin ve insan haklarının en önemli yanını oluşturmaktadır.Onun için diyorum ki eleştirmekten ve eleştirilmekten korkmayın. Birisi sizin yanlışınızı yüzünüze söylediği zaman onunla ilişkinizi kesmek yerine, bir yerde oturup hatayı düşünmeyi öğrenmelisiniz. Bunu yaptığınız, yaptığımız sürece hayatta daima başarıya ve huzura giden yolu aralamış oluruz.
Üçüncü bir nokta ise eleştirel akılcılığın yaygınlaşmamız olmasıdır. Her türlü bilgiyi araştırmadan kabul etmek ve başkalarının aklıyla düşünmek çok tehlikeli bir davranıştır. Her insan aynı şeyi düşünmeyebilir ve bundan doğal bir olgu yoktur. Bir insanı sever ve sayabilirsiniz fakat onların aynısını düşünmek zorunda değilsiniz. Önünüze gelen her bilgiyi okumadan tasdik ederseniz, kendi benliğinizden vazgeçmiş olursunuz. Doğru bir tanedir. Ve bu doğruya giderken çok seçenek arasından seçimler yaparız. İşte doğru ve yanlışı her zaman eleştirmeli ve sorgulamalıyız. Düşünen, üreten bir toplumun vazgeçilmez yolu eleştirmekten ve eleştirel aklı, sorgulamayı öğrenmekten geçmektedir.
Sonuç olarak, bütün insanlar evrensel bir şekilde bazı hak ve ödevlere sahiptir. Ancak toplumsal sorunların meydana gelmemesi için yukarıda saydığım birkaç unsuru yaptıkları takdirde gerek kendi hayatları gerek ise toplumsal düzenin nasıl değiştiğini göreceklerdir. Son olarak hiç kimse kendini değerlendirmekten, eleştirmek ve eleştirilmekten korkmasın. Eleştirinin olmadığı yerden yeni bir bilginin, yeni bir objenin çıkması beklenemez. En azından tarihsel arka planına baktığımız zaman bu teoriyi görmekteyiz. Onun için bu yazıyı okuduktan sonra biraz düşünüp kendimizi sorgulamaya başladığımız zaman hayatımızın bütün ekseni değişecek daha farklı bir dünyada yaşamaya başlayacaksınız.

Küreselleşme ve Kültür Bağlamında ‘’ Modernite ‘’

20.yüzyılın sonu ve 21.yüzyıl da yaygınlık kazanan küreselleşme, günümüz dünyasını şekillendirmeye devam etmektedir. Küreselleşmenin tarihsel arka planına baktığımız zaman insanlık tarihi ile eşdeğer olduğunu görürüz. Merak, hırs, seyahat, gibi hususların olduğu dünyamızda küresel ilişkiler, devlet ve bunun yanında kültürler arasındaki ilişki ve etkileşimler giderek güçlenmiştir. Küreselleşmeyi statik bir olgu olarak değil her zaman dinamik bir sistemde incelemek gerekmektedir. Tacirlerin, misyonerlerin, göçmenlerin tarihteki pozisyonları küreselleşmenin bir dinamik süreç olduğunu göstermektedir.
Küreselleşme, birçok tanımının yanında bir farkına varma sürecinden bahsetmektedir. Bu süreç kaçınılmaz olarak daha önceki ezberlerimizin hepsini bozmasak bile yeniden gözden geçirmemizi gerekli kılar. Küreselleşme ile modernite’nin getirmiş olduğu en büyük form ulus-devlet metaforunun sorgulanması bu bağlamda değerlendirilebilir. Ulus ve ulus devlet oluşumlarına baktığımızda modernitenin görüngüleri olduğunu fark ederiz, öte yandan ulus devletin bir siyasal form olarak yeryüzünde yaygın bir kabul görmesi ve yer küremizi şekillendirmesi küreselleşmenin bir sonucu olarak tezahür etmiştir. Dolayısıyla, kaçınılmaz olarak küreselleşme uluslar arası ilişkilerin doğuşuna neden olmuştur.
Küreselleşme ile birlikte geleneksel unsurlar yeni bir forma dönüşerek tarihteki yerlerini almıştır. Bu sürecin en önemli tetikleyicisi ekonomik alt yapının bu süreçteki belirginliğidir. Lenin’in dediği gibi ‘’ siyaset, ekonominin kristal aynasıdır.’’ Ve Marks’ın ‘’ alt yapı-üst yapı ilişkisi ‘’ teorileri değerlendirildiğinde meydana gelen kültürel, siyasal, toplumsal dönüşümlerin alt yapısında ekonomik etkinin olduğu yatmaktadır. Bu süreç ile birlikte toplumsal ilişkilerden, siyaset, ekonomiden, bilgi-iletişime kadar birçok dönüşüm gerçekleşti, gerçekleşiyor. Ancak, bu makalede genel olarak vurgulanacak olan küreselleşme ile modernitenin ‘’kültür’’ üzerindeki etkisi ve küresel köy metaforu üzerinde odaklanılacaktır.
Modernitenin açıkça küresel bir zafer kazandığı anda eskiden hiç olmadığı kadar ciddi bir biçimde sorgulanıyor olması, zamanımızın en büyük ironisidir. Eğer küreselleşmenin herhangi bir anlamı varsa, bu toplumların kapitalizmin ekonomik, politik ve kültürel bütün sonuçları ile birlikte, küresel olarak kapitalist bir modernite içinde bütünleştirmesidir. Son yıllarda yaşanan gelişmeleri değerlendirdiğimizde 16.yüzyılda ortaya çıkmış, düşüncesini aydınlanma felsefesinden, ideolojisini Fransız İnkılâbından ve ekonomik alt yapısını sanayi devriminden alan modernitenin sorgulanıyor olması farklı moderniteleri tanımamıza yol açmaktadır. Bugün tartışılan küresel modernite, küresel köy kavramları bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Modernite her zaman küreselleştiriciydi ancak önünde iki engel vardı ki küresel bir proje haline gelmesine olanak tanımayan. Bunları Arif DİRLİK, ‘’ sömürgecilik ve sosyalizm’’ olarak tanımlamaktadır.
Küreselleşmenin geleneksel dönemleri ortaya çıkardığı, küresel bir kültürün, evrensel değerlerin olduğu bir dünya mümkün mü? Sorusuna cevap aramaya kalktığımızda karşımızda sorunlar yumağı olduğunu görüyoruz. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezinde de belirttiği gibi ‘’ dünya tarihinin sona ermesi değil, insanoğlunun ideolojik evriminin son noktasına ulaşması ve beşeri yönetim biçiminin son evresi olan Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi anlamında tarihin sonuna tanıklı etmekteyiz.’’düşüncesi ne kadar gerçektir. Samuel Huntigton’un Medeniyetler Çatışması çalışmasında da gördüğümüz gibi artık dünya ideolojik olarak değil etnik ve dini temelli bölünmüş durumdadır. Bu durum yeni bir savaş türünü ortaya çıkarmıştır. FAY HATTI SAVAŞLARI… 11 Eylül 2001 Dünya Ticaret Merkezine yönelik terörist saldırının altında yatan en büyük neden kültürlerin canlanması ve etnik temelli çatışmalara ortam hazırlamasıdır. Bugün siyasi sınırların küreselleşme ile birlikte ne kadar aşındığını söyleyebiliyorsak bir o kadar da kültürel fundemantalizmlerin canlanmasına eşlik eden kültürel sınırların katılaşması olduğunu da söyleyebiliyoruz. Küreselleşme söyleminin sürekli gözden kaçırılan bir yönü küreselleşmenin yarattığı kültürel çelişkilerdir.
Zamanımız, modernleşme söylemi tarafından tarihin çöp sepetine gönderilen gelenekler ve ideolojilerin, küresel ilişkilerin yeniden güçlenerek ve Avrupa merkezciliğin reddiyle meşrulaştırılarak intikam için geri geldikleri bir tersine dönüşler zamanıdır. Bunun bir örneği Çin deki Konfüçyüscü canlanmadır.
Yukarıdaki eleştiriler ışığında küreselleşme ve moderniteyi incelediğimizde bugünün dünya politikasına yön verenlerin kültürel medeniyet, küresel modernite gibi kavramların içini nasıl dolduracakları akıllarda soru işaretidir? 11 Eylül 2001’den sonra yukarıdaki tartışmalar acili yet kazandı. Neredeyse bir gecede uygarlıklar çatışması dünya politikasına damgasını vurdu. Bunların yaşanmasının en büyük nedeni küreselleşmenin ya da modernitedir. Wallerstein’ın da Modern Küresel Sisteminde belirttiği gibi merkez, çevre ve yarı çevrenin oluşması, yerel bölgesel ve küresel eşitsizliklerin doğmasına ve bazı sorunların oluşmasına neden olmuştur.
Sonuç olarak; Anthony Giddens’ın küreselleşmeyi ‘’ modernitenin rüştünün ispatı ‘’ olarak görmesi ve küreselleşme, modernitenin görünen yüzü olması; küreselleşme ile modernleşme bağlamında kültürel sorunların modernite ile ele alınmasına neden olmaktadır. Durumun vahameti ve aciliyeti yukarıdaki bilgiler ışığında ortadadır. Günümüzde kimlik oluşumların olduğu, öteki’lerin varlığı, etno-milliyetçilerin, yerel ve küresel terör örgütlerinin küresel güçleri tehdit etmesi modernitenin bir tezahürüdür. Ekonomik olarak yoksul bırakılan kesimler kullanılmaya hazırdır. Eşyanın tabiatı gereği bu bir realitedir. Avrupa Birliği içindeki kimliklerin oluşum ve Çok kültürlülük temelinde olmayıp, öteki yaratmaları bu sürecin parçalarıdır. Dünya eğer küresel bir köy, medeniyet olacaksa ben ve diğerleri ayrımı yapılmadan küresel bir proje ile yeniden kurma sürecine başlanılmalıdır. Aksi takdirde küreselleşmenin getirdiği olumlu yanların bir faydasının olmayacağı aşikârdır.

Süleyman GÖK
Selçuk Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü

13 Ekim 2010 Çarşamba

KAMU DİPLOMASİSİ YOLUYLA YENİ BİR TÜRKİYE ALGISI

Süleyman GÖK**

Giriş
Uluslar arası ilişkiler disiplininin gelişim evrelerini incelediğimiz zaman bazı paradigmaların değiştiğini, yerini konjonktür el duruma uygun olarak bir takım yeni ideolojiler, hakim görüşler aldığını gözlemliyoruz. Dünya tarihinde bilimsel bilginin zamana ve mekâna göre değiştiğini, ihtiyaçların getirdiği zorunluluklar nedeniyle bir takım değişim evreleri olmuştur. Bu değişimlerden birisi Diplomasi diye nitelendirdiğimiz dış politika aracıdır.
Diplomasinin kökenleri; Mezopotamya, Eski Yunan ve Roma’ya kadar uzanmaktadır. İlk diplomasi kayıtlarına M.Ö 3000 yıllarında Mezopotamya’da rastlanmaktadır. Geleneksel diplomasi diye nitelendirdiğimiz 15.yy la kadar olan hâkim anlayışın 15.yy da daimi temsilciliklerin kurulmasıyla birlikte modern bir şekil almaya başlanmıştır. 19.yy sonu itibariyle her devletin dışarıda daimi temsilcilikleri vardı. 20.yy ile Küreselleşme akımının ortaya çıkması, geleneksel diplomasi anlayışının yanı sıra başka diplomasi türlerinin de ortaya çıkmasına neden oldu. Artık, devletlerarasındaki ilişkiden çok sivil toplum, öğrenciler arasındaki ilişkiler de görülmeye başlamıştır.
Günümüz uluslar arası ilişkilerinde, ulusal çıkarların savunulması artık bildiri, diplomatik üstünlük ve diplomatik muhtıra gibi geleneksel diplomasi yöntemlerinin çok ilerisine geçmiştir. Devletlerin artık sadece diğer hükümetleri veya uluslar arası örgütleri değil, yabancı kamuoylarını da hedefleyen politikalar geliştirmek zorunda oldukları bir döneme girilmiştir. Günümüz dünyasında bilgi, kültür ve iletişim diplomaside anahtar sözcükler haline gelmiştir. Bugün pek çok devlet, yabancı kamuoylarının gözünde olumlu imaj yaratmak amacıyla aktif kamu diplomasisi çalışmaları yürütmektedir.
20.yy dan sonra bölgesel ve küresel ilişkilerde etkili olmaya çalışan Türkiye, dış politikasını konjonktür el duruma göre tanımlayarak, bazı hedefler doğrultusunda kullanılabilir, güvenli araçlar seçmelidir. Türk Dış Politikasına yön veren ilkelere baktığımız zaman; ‘ Siyasi dia loğ, karşılıklı ekonomik bağımlılık, kültürel uyuma dayalı etkili diplomasi, Küresel aktörlerle tamamlayıcılık(BM, Rusya, ABD, AB), herkes için özgürlük, herkes için güvenlik, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak ve uluslar arası barış, istikrar ve kalkınmaya daha fazla katkı sağlama ‘’ ilkelerini hedef ve amaç edinildiğini görmekteyiz. Bu hedef ve amaçların oluşma sürecinde izlenmesi gereken yolu belirleyen en önemli etken, amaca nasıl ve hangi yöntemle ulaştığımızdır. Bunun neticesinde; Türkiye’nin uluslar arası ilişkiler bağlamında yaptığı veya yapacağı bir takım organizasyonlarda önemli bir hedefimiz olmalıdır. YENİ BİR TÜRKİYE ALGISI’ nı gerek devletler, gerek uluslar arası örgütler gerek ise uluslar arası kamuoyu ve baskı grupları tarafından hissettirmeye çalışmaktır. Bu algıya ise, geleneksel diplomasinin dar kalıplarından çıkıp kamu diplomasisi adını verdiğimiz karar alıcı mekanizmasına ülke kamuoyunu dahil etmek ise oluşacağı algısının oluşmaya başlaması gerektiğini düşünmeliyiz.
Kamu Diplomasisi, basitçe, bir hükümetin başka bir ulusun halkını ve aydınlarını bu ulusun politikalarını kendi avantajına döndürmek amacıyla etkilemeye çalışmasıdır. Birleşik Devletler, toplayabildiğimiz tüm beceri ve kaynaklar ile kamu diplomasisine eğilerek, sadece yabancı hükümetlere değil, onların halklarına da hitap edebilmelidir. 15-16 Eylül 1987 yılında Başkan Reagan’ın söylediği ve ‘’ İnanıyorum ki ülkemizin Kamu Diplomasisi büyük bir güç, dünya tarihine şekil verebilecek olan, elimizdeki en büyük bir güçtür. ‘’ beyanı kamu diplomasisinin gerekliliğini göstermektedir.
Kamu Diplomasisi’nin gelişip önem kazanmasında soğuk savaş döneminde yürütülen düşünce savaşlarının büyük etkisi bulunmaktadır. ‘’ Düşünceler dayanıklıdır, silahlarla veya bombalarla yok edilemezler. Uluslar arası sınırları ve okyanusları aşarlar. Onlarla ancak daha iyi düşünceler üreterek başa çıkılabilir. ‘’
21. yy da bilgi ve enformasyon devrinin yaşandığı, uygarlık tarihinin dönüm noktalarından biri olması, devletlerin de algılarını değiştirmesine neden olmuştur. Bu süreçte, kendini ve politikalarını daha iyi anlatan devletler daha kazançlı çıkacaklardır. Sıcak savaş ortamından sonra soğuk savaş diplomasisi anlayışının bir nebze yerini bırakmasını uluslar arası karar alıcı mekanizmaların ihtilaflarını yumuşak güç / kamu diplomasisi yoluyla çözmeye çalışması gösteriyor ki Türkiye’nin de bölgesel ve küresel sorunlarının çözüm yöntemlerinin değiştirmesi gerekliliğini göstermektedir. Bu süreçte enformasyon, kültür ve nüfus gibi beşeri güçlerini kullanabilen Türkiye sorunlarını başka bir perspektiften yaklaşarak ve kamu diplomasisinin nimetlerinden faydalanarak çözebilir.
Bir devlet politikası haline gelen ve Turgut ÖZAL’ ın ifadesiyle Türkiye-AB ilişkisini uzun ince bir yola benzetmesi durum üzerinde değerlendirmelerin yapılması gerekliliğini göstermektedir. Bugün açık ve net olarak görülmektedir ki uluslar arası ortam çok kutuplu bir düzene doğru kaymakla beraber geleneksel ideolojinin yerini çoğulcu yaklaşıma bıraktığını gözlemliyoruz. Bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecindeki yanlış algılamaları, bütün suçun karşı tarafa atılmasının dışındaki eksikliklerin konuşulup tartışılması gerekmektedir. Yukarıdaki bilgiler ve veriler ışığında analiz yaptığımız zaman yeni bir Türkiye algısı yaratırken, başka ihtilafların olmaması gerekmektedir. Bu süreç çift taraflıdır. Ancak, bizim politikamızda kendimizi iyi anlatmamız gerekmektedir. Bugüne kadar gelinen süreçte bunun eksikliliğini görüyoruz. Avrupa Birliği sorunsalını Kamu Diplomasisi yoluyla yeni bir ortama kaydırabilir, çeşitli politika ve taktikler ile ilişkimizi şekillendirebiliriz.
Avrupa Birliği ve Türkiye, 50 yılı aşkın bir süredir ortak bir geleceği paylaşma iradesine sahiptir. Türkiye, 1959 yılında yaptığı başvurudan sonra, 1963 yılında AET ile üyeliğin açıkça öngörüldüğü bir ortaklık anlaşması imzalamıştır. Bu durum, AB’nin oluşmaya başladığı ilk yıllardan itibaren Türkiye’nin önemli bir stratejik role sahip olduğunu göstermektedir. 2005 yılında katılım müzakereleri başlamıştır. Katılım süreciyle birlikte hız kazanan siyasi, ekonomik ve sosyal dönüşüm süreci Türkiye’yi AB’ye her geçen gün biraz daha yakınlaştırmaktadır.
Bugün, hızla değişen küresel dinamikler ve ortak çıkarlar, Türkiye-AB bütünleşmesini her iki taraf bakımından giderek daha hayati ve vazgeçilmez kılmaktadır. AB, Türkiye’nin çağdaşlaşmasında anahtar bir role sahiptir. Türkiye’de AB’nin daha güçlü, daha güvenli ve daha istikrarlı bir geleceğe ulaşmasında anahtar rol oynamaktır. Avrupa’ nın küresel ekonomideki başarısında, Toplumsal dinamizminde, tarım ve çevre alanındaki sürdürülebilirliğinde, savunma ve güvenliğinde, enerji güvenliğinde, kültürel çeşitliliğinde ve küresel aktör rolünde kilit rol üstlenmektedir. Yukarıdaki saydığımız önemli unsurlar bağlamında kilit rol oynayan Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler neden istenilen durumda değildir? Bunun nedenlerini analiz edebilmek için tarafların gerek siyasal, gerek kültürel nedenlere ve en önemlisi ise yanlış algılamalar neticesinde oluştuğunu görmekteyiz. Avrupa Topluluğunun kimliğinin oluşmasında seçilmiş travma’ların önemi büyüktür. Kimlik, psikolojik bir durumdur. Kimliği değiştirmektense ölmeyi tercih ederler. AB için Türkiye’nin üzerine kurulduğu Osmanlı mirası devlet olması bu süreçte önemli bir etkendir. Türkiye açısından bakılırsa; din konusu, ermeni ve Kıbrıs sorunları, artan nüfus sayısı AB ile entegrasyonu zorlaştıran nedenlerdir. Ancak, Medeniyetler çatışması tezinin oluşmaması için geniş ve rahat Avrupa içi Türkiye gibi bir değerden yararlanılmalıdır.
Bu sorunların varlığı neticesinde bu sürecin sağlıklı ilerlemesi için ilk sayfalardaki verileri kullanarak bir sonuca ulaşabiliriz. Kamu Diplomasisi çerçevesinde yeni bir Türkiye algısını uluslar arası boyutta etkili biçimde göstermeliyiz. Bunun için neler yapabilir veya yapmalıyız? Kültürel çeşitliliğin olduğu, etnik ve dini öğelerin bir arada yaşadığı, demokratik ve laik bir devlet olan Türkiye’nin bu süreçte İletişim ve Algı Yönetimi üzerine bazı çalışmalar yapmalıdır. Kamu Diplomasisi yoluyla Avrupa Başkentlerinde kültürel birimlerin açılması, öğrenci alış-verişi gibi değişim programları, gençliğin bu sürece aktif katılımı ve gençlik politikalarının oluşturulması, Avrupa Gönüllülük Hizmeti gibi eğitim yoluyla Türkiye hakkında oluşan tabuları yıkmaya yönelik teşebbüsler ile sürece müdahale edilmelidir. Türkiye’yi AB’ye; AB’yi Türkiye’ye doğru anlatmanın yolu pro aktif dış politika ve Kamu Diplomasisi yoluyla gerçekleşebilir. AB nedir? Ne değildir? Bu gibi sorunsalları, yanlış algılamaları gidermek için lobicilik ve iletişim konularında yeterliliğe sahip olmak gereklidir. Eğer Avrupa Birliği gerçekten demokrasi ve insan haklarını savunuyorsa, Türkiye’yi almakta bir sıkıntı yaşamayacaktır.
Türkiye’nin Avrupa Parlamentosu, STK’lar, Genel Kamuoyu, Öğrenci ve Gençler, AB ülkelerindeki üniversiteler, Ülkemize gelen AB turistler, düşünce kuruluşları, basın, TV, sinema kitlelerini etkilemekte hedef öncelik seçmesi gerekmektedir. Bu süreçte vereceğimiz mesajlarda önemlidir. Türkiye’nin; kültürler arası köprü olma niteliği, Avrupa sistemi içerisinde yer alması, Avrupa Güvenliğine katkısı, Dış politika rolü ve ağırlığı, Medeniyetler ittifakındaki rol’ünün iyice anlatılması gerekilmektedir. Türkiye için ise; Avrupa Birliğinin yapı ve değerler olarak önemli olduğunu Türkiye için AB üyeliğinin bir çağdaşlaşma projesi olduğunu, çeşitli yanlış algılamaların giderilmesi için mesajlar ve katılım sürecinin ve üyeliğinin günlük hayata ve çeşitli kesimlere yarar sağladığını etkili iletişim teknikleri ile hedef kitleye doğru şekilde anlatması gerekmektedir.
Sonuç
Yeni bir Türkiye Algısı diye yola çıktığımız makalemizin sonucunda bir değerlendirme yapmak gerekirse, Eski Türkiye algısının ortadan kaldırılması ve bunun yolları üzerinde durulmuştur. Bu algının oluşmasındaki eksikliklerin tespit edilmesiyle yeni yöntem ve tekniklerle bu sürecin olumlu yöne kayması ve geçmiş paradigmaların kopması açısından en önemli yolun Kamu Diplomasisi olduğunu vurgulamaya çalıştık. Bilgi ve istihbarat, halkla ilişkiler, Küreselleşme, Müzakere ve temsil etmenin önemli hale geldiği dünyada Türkiye’nin de bu sürecin dışında kalması olanaksızdır.
Özet olarak, Kamu Diplomasisi yoluyla, pro aktif dış politikamızın iyice yerine oturacağını, geleneksel ve statükocu algılamaların yerini yenileşme, demokratikleşme ve küresel tekniklerin oluşmasına katkı sağlanması için yeni bir döneme girilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır.

** Selçuk Üniversitesi, İİBF, Uluslar arası İlişkiler,3.sınıf

5 Eylül 2010 Pazar

KUŞATILMIŞ TÜRKİYE

Türkiye, içeriden ve dışarıdan siyasal, kültürel ve ekonomik yönden baskı, korku ve sindirme metotları ile kuşatılmış durumdadır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sindeki ve Bursa Nutku’ndaki gözlemleri bugün aynen yaşanmakta ve bizlere büyük görevler yüklemektedir. 21.yy da nasıl bir kuşatılmış Türkiye’de yaşıyoruz? Bu yazımızda bu soruya farklı bir perspektiften bakarak yer vermiş olacağız. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti cemaat adı altında bir çete’nin faaliyetleri ile organize bir şekilde işgal edilmiş durumdadır. Gündeme çıkan açıklamalar, eski bir emniyet müdürünün yayınladığı kitap gibi tarihi bir belge niteliği taşıması açısından çok önemlidir. Bu kitap neden bu kadar önem taşımaktadır. Yazarın kitabında bahsettiği bu bölüm her şeyi çok net açıklamaktadır. ‘ şunu artık bilmeliyiz ki karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tabi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz.’ diyerek karşımızda örgütlü, yargı, emniyet ve ordu’ya bir şekilde yerleşmiş cemaatçi çetenin varlığından söz etmektedir.
Peki, bu kadar bahsettiğimiz cemaatçi örgütlenmenin faaliyetleri ülkemizde nasıl gerçekleşmektedir? Hangi tür bağlantılar ve stratejiler ile Türkiye’nin anayasal kurum ve kuruluşlarında örgütlü bir çalışma gerçekleştirmektedir? İşte asıl sorun burada başlamaktadır. Burada bu gizli yapılanmanın nasıl işlediğini sistematik bir veri ile incelemek istiyoruz.
Gladyo dediğimiz organizasyonun ülkemizdeki en önemli ayağı, genişletilmiş Ortadoğu projesi diğer bir adıyla Büyük Ortadoğu projesi eş başkanlığını yürüten başbakan tarafından yürütülüyor. Bu organizasyonda gazete ve dergilerde çıkan Mit İçindeki F tipi yapılanma ve 35 kişilik CIA Operasyon Heyeti’nin ülkemizde cirit atmasıyla gerçekleşmektedir. Bu kadar yoğun bir kuşatma altında bulunan, yabancı bir devletin istihbarat örgütü elemanlarının ordu, yargı ve mit içerisinde ellerini ve kollarını sallayarak dolaşmaları bir ülkenin nasıl kuşatılmaya başlandığının kanıtıdır. Halen ne var ki diyerek tepki gösteren kesimlere bu yazının akıllarını başlarına getirmesini ummaktayız. Bu örgütün en önemli iki yerde karargâhı vardır. Bu yerler, İçişleri Bakanlığı’ndaki F Örgütü ve Adalet Bakanlığı’ndaki F Örgütü eliyle yerleşmiş bir cemaate mensup kişilerin olduğu polis, hâkim ve savcı görünümlü imamlar eliyle yürütülmektedir. Peki, bu örgüt Gizli Faaliyetler ve Tertipler yoluyla neler yapmaktadır?
1-DİNLEME, FİŞLEME, İZLEME
-Telefon dinleme,
-Ortam dinleme,
-Fiziki takip,
2-BELGE İMAL BÜROSU
-Islak İmza,
-Kroki, Sahte resmi belge,düzmece tutanak,

3-TERTİP İMAL MERKEZİ
-Tehdit, Şantaj, Gizli Tanık, Asılsız ihbar mektupları
4-PSİKOLOJİK HAREKET
-Uydurma kamuoyu araştırması,
-Operasyonlar planlama-zamanlama,
-Gündeme müdahale senaryoları,
-Yandaş STÖ’ler oluşturulması,
5-ÖZEL YARGI ve YARGIÇLAR
6-MEDYA ELEMANLARI
7-KIŞKIRTICI VE İFTİRACI ELEMAN VE GİZLİ TANIK MANGASI
Yukarıda dile getirdiğimiz faaliyetlerin hangi biri bugün ülkemizde gerçekleşmemektedir. Hepsi bugüne kadar gerçekleşmiş, hiçbir gerçek delil olmadan yurtseverler, genç subaylar ve gerçek demokratlar, milliyetçiler, gazeteciler teker teker bir tertip ile Silivri zindanına gönderilmektedir.
Özetle, Türkiye, gerçek bir gizli örgüt tarafından kuşatılmış durumdadır. Artık bunun kaçarı yoktur. Her türlü oluşum, gözlemlerimiz böyle bir örgütün varlığını bizlere göstermektedir. Bu örgüt ile mücadele yöntemlerini ve ne yapmamız gerektiğini anlatan bir yazı ile tekrar birlikte olacağız. Ülkemizin içeriden ve dışarıdan bir takım imam’lar aracılığı ile,üniter devlet,ulus devlet bağlamında tekrar sorgulanmaya açılması bizlerin ne kadar tehlikeli bir örgütle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Süleyman GÖK

1 Eylül 2010 Çarşamba

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE HAYIR PEKİ NEDEN?

12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki 26 maddelik değişikliğe karşı bir öğrenci, yazar ve en önemlisi de sivil bir vatandaş olarak neden hayır demem gerektiğini dile getiren bir yazı kaleme alacağım. Bu yazıdaki görüşlerimi abeste iştigal bulanların varlığı , düşüncelerimi ve dünya görüşümü komplo üretme merkezi olarak gören bir çevrenin bulunduğunu biliyoruz. Bunun neticesinde demokratik(!) bir ülkede yaşamanın verdiği cesaretle görüşlerimi,süreç hakkındaki düşüncelerimi açık ve cesaretle açıklama gereği duyuyorum.
Ülkemizin içinde bulunduğu sosyal,kültürel,ekonomik ve en önemlisi siyasal alan bakımından çok karışık bir şekilde ilerlediğini görmekteyiz. Gündemin aniden değişmesi Türkiye’de hiçte zor değildir. Ancak,en önemli bir gerçek var ki ülkemizin milli birliğinin,Atatürk Türkiye’sinin içeriden ve dışarıdan yoğun tehdit altında kaldığını aklı başında olan herkes görmektedir. Bugün içinden çıkamadığım ve aklımı karıştıran sorular manzumesi üzerinde düşünmekteyim. Ülkemizde bulunan sanatçılar,aydınlar,iş adamları,yazarlar gibi elit gruplar neden düşüncelerini özgürce ifade edememektedir? Edenler ise kayıtsız şartsız iktidar partisinin yalakalığı,yandaşlığı altında kararlar vermektedir. Başbakanımızın Bir taraf olan bertaraf olur sözü üzerine görüş bildirenlerin nedenleri acaba korku ve baskıdan dolayı mıdır bilinmez ancak sürecin gerçek bir demokratik bir ortam olmadığını eminim onlarda benim kadar bilmektedir.Buraya kadar ülkemizin bir kesiminde oluşan görüşlerden kısaca bahsettik. Yazının başlığından kopmamak kaydıyla genel hatlarıyla ve önemli gördüğüm sebepler nihayetinde bir analiz yapmak istiyorum.Sentezi ise bu yazıyı okuyacak okuyucu kitleme bırakmak istiyorum. Çünkü bizi diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliğin Akıl ve düşünme yeteneği’ nin olduğunu düşünüyorum.
Hayır dememdeki en önemli nedenler;
- Bugün 12 Eylül 1980 darbe anayasasını değiştirmekle ortaya çıkan siyasi iktidar darbe ürünü olan anayasa’nın bugüne kadar 80 maddesinin değiştirilmiş olduğunu ve 2002-2004 yılları arasında Avrupa Birliği Uyum Paketi sayesinde en önemli değişikliklerin yapıldığını,darbe anayasasının önceden delindiğini NEDEN unutmaktadır? Bu soruya cevap verilmediği için HAYIR diyorum.

- Eğer siyasi iktidar gerçekten demokratik bir anayasa yapmak istiyorsan elinde bulundurduğu çoğunluk sayesinde demokratik bir ortamdan kaçarak tek başına gerçekleştirmeye çalıştığı bu anayasa değişikliği için HAYIR diyorum.

- Darbe dönemi ürünleri olan Yüksek Öğretim Kurumu ve Cumhurbaşkanlığına verilen aşırı yetkileri kaldırmadığı için HAYIR diyorum.

- Siyasi iktidarın samimiyetine inanmadığım için HAYIR diyorum.

- Bu değişiklik ile ülkemizin milli birliğinin,üniter ve ulus devlet yapısının zedeleneceğini,ülkemizin iç savaş ortamına sürüklenmeye doğru gittiğini gördüğümden HAYIR diyorum.

- Şehitlere kelle, Bölücü Başı için sayın diyen bir Başbakanın ülkede yarattığı anti-demokratik ortamın bu anayasa değişikliği sonucunda otoriter ve dikta bir rejime dönüşmeye yol açacağını düşündüğüm için HAYIR diyorum.

- Anayasa mahkemesinin yapısının değiştirilmesinden sonra,yandaş yargının yaratılması sonucu değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerin tartışılmasına yol açılmasın ve anayasa mahkemesi tarafından verilebilecek onaydan çekindiğim için HAYIR diyorum.

- Ülkemizin rejiminin değiştirilmesine olanak sağladığı için,başkanlık ve federal bir sisteme doğru sürüklendiğini gördüğüm için HAYIR diyorum.

- Demokrasi diye ortalıklarda geçinenler,yetmez ama evet diyen zevatların ağızlarında neden demokratik bir ülkede olması gereken seçim barajları ve siyasi partiler kanunundaki değişiklikler hakkında yorum yapmadıkları düşündüğüm için HAYIR diyorum.

- 26 maddelik değişiklikteki en önemlisi maddeleri gizleyerek halka bir hap gibi yutturmaya çalışan Başbakana HAYIR diyorum.

- Bu değişiklerle Yargıçları siyasetçilerin atanmasına karşı çıktığım için HAYIR diyorum.

- Bir ülkede bulunan milletvekillerinin %50 sinin dokunulmazlıkları dolayısıyla bulunduğu rüşvet,kalpazanlık gibi suçlarının bulunması ve bu gibi milletvekillerinin yüksek yargıçları atanmasına karşı çıktığım için HAYIR diyorum.

Özetle ; 12 Eylül’de demokratik bir zeminde yapılıyor gibi gözükse de her türlü baskı,zorba ve dikta yoluyla halka bir takım yalan ve gerçek dışı beyanlarla yutturulmaya çalışılan bu değişikliğe,AKP’nin 12 Eylül sivil dikta anayasasına,onurumuzla,insanca ve kardeşçe yaşama taleplerimizin gerçekleşeceğine inanmadığımız için kocaman HAYIR.diyoruz.

SÜLEYMAN GÖK

15 Ağustos 2010 Pazar

KÜRT SORUNUNUN AÇMAZLARI

Demokratik Açılım adı ile başlayan ve birçok tartışmalara neden olan bu süreç içerisinde değişik çözüm önerileri dile getirilmiş ve getirilmeye devam etmektedir. Kürtlerin temsilcisi olduklarını iddia edilen BDP( Barış ve Demokrasi Partisi) , Kanaat önderleri, aydınlar, yazarların üzerinde durdukları ve bu sorunun çözümü için “ bazı kesimlere” göre marjinal gelen talepleri ve olmazsa olmazları bulunmaktadır. Kürt Sorunu ya da Birlik ve Beraberlik Açılımının açmazlarını ele alacağımız bu çalışmada ortaya konulan talepleri ve bunların sonucunda meydana gelebilecek olayları değerlendireceğiz.
Doğu ve Güneydoğu Sorunu olarak da nitelendirilen sorunun çözümünde en önemli gereklilik Anayasal Güvence ve birtakım isteklerin “ Toplum Sözleşmesi” nde garanti altına alınmak istenmesidir. Bu istekler nelerdir ve kabul edilebilir bir gerçeklik ifade etmekte midir?
Bugünkü Anayasamızın eleştirilerini yapan ve bu soruna çözüm önerileri getiren Tesev’ in raporundan alıntılar yaparak, bu konudaki genel camianın/ kitlenin görüşlerini anlamış olacağız, “ Bu çerçevede Türkiye’ ye bakılacak olursa, hukuk mevzuatının, tüm bireylerin haklarını güvence altına almak yerine, türdeş bir toplum ve modern bir ulus yaratma ideolojisini benimsediği görülmektedir” diyerek Anayasa’ dan laiklik, milliyetçilik ve Atatürkçülük kavramlarını çıkarma taleplerinde bulunulmaktadır.
Genel olarak önerilere bakacak olursak;
-Türk, Türklük, Türk soyu gibi ifadeler çıkarılmalı, etnik kökene yapılan bu vurgu, Türkiye’ nin dış politikasının etnik temelli anlayışının göstergelerinden biridir.
-Atatürkçülük ve milliyetçilik dâhil olmak üzere herhangi bir ideolojiye dayanmamalı; toplumdaki herhangi bir etnik, dini, kültürel kesimin veya sınıfın çıkarlarını diğerlerinin üzerinde tutmayıp, bütün bireylere eşit mesafede durmalıdır.
- “Türk Millet” ifadesi yerine Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları ifadesiyle değiştirilmelidir.
-Madde( 66. ) değiştirilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı ile değiştirilmelidir.
-OHAL kanundaki değişiklik talebi
Yasal değişiklik önerileri başlığı altında belirtilen görüş: Toplumsal hayatın farklı alanlarını düzenleyen çok sayıda yasada Türk etnik kimliğine referans ve vurgu içeren hükümler yer almaktadır. Bu durum, Türk etnik kimliğine mensup olmayan Kürt ve diğer vatandaşları dışlamaktadır.
Yasal değişiklik önerileri;
-Milletvekili Seçimi Kanunu değiştirilmeli
-Siyasi Partiler Kanunu
-Türk Ceza Kanunu
-Terörle Mücadele Kanunu
-İl İdaresi Kanunu
-Milli Eğitim Temel Kanunu
-Nüfus Hizmetleri Kanunu
-Harf Kanunu
-Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu
-OHAL Kararnameleri gibi öneriler sunulmaktadır.
Sonuç olarak; Açılım paketinin bugüne kadar açılmaması akıllarda soru işareti bırakmıştır. Açılım çalışmalarının başladığı günden itibaren toplumsal huzur ve güven ortamı kalmamış, sivil itaatsizlik aşırı derecede artmıştır. Terörle Mücadele etkinlik gösterilmesi şehitlerin gelmesine neden olmaktadır. Özetle; eğer bir sorun varsa gerçekçi çözüm önerileri ile talepler arttırılmalı; Türkiye Cumhuriyeti’ nin üniter devlet, ulus devlet ve milli birliğine zarar verecek her türlü çalışmadan, söz ve eylemden kaçınılmalıdır.
SÜLEYMAN GÖK
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ