30 Nisan 2010 Cuma

TÜRKİYE GENÇLİK KURULTAYI ÇALIŞTAYINA DAVET...

Değerli Türkiye Gençlik Kurultayı Gönüllü
Adayları;İznik Çalıştayı hakkında siz değerli katılımcılarımıza daha
detaylı bilgiler vermek istiyoruz. Çalıştayın iki gün boyunca (19-20
Mayıs 2010)sürmesi planlanmaktadır.Çalıştay süresince Konaklama ve Yemek
ücretsiz olacaktır. Sadece Kırtasiye masraflarının çıkarılması amac......ıyla
kişi başına 10 YTL bir ücret alınması öngörülmektedir. Sizlerin
ilgisini ve katılımını bekliyoruz..

http://www.tgkiznikcalistayi.tr.gg/Ana-Sayfa.htm

21 Nisan 2010 Çarşamba

TÜRKİYE’DE PARTİ BİRLEŞMELERİ

Bu sözü son 3-4 yıldır sık ve her platformda duymaktayız. Birleşin… Birleşmek, iki farklı görüşün ortak bir mutabakat’ta anlaşmaya vararak tek çatı altında çalışmalarını sürdürmek anlamına gelmektedir. Türkiye’de dediğimiz gibi 3-4 yıldır sol partiler arasındaki ayrımın giderek keskinleşmesi, bu görüşü savunan sempatizanları tarafından şiddetle eleştirilmekteydi. 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri öncesinde meydanlara toplanan milyonlarca insan birleşin diyerek sol partilere sitemlerini dile getirmişler,AKP iktidarına karşı ancak birleş ilerek karşı bir güç olunabileceğini dile getirmişlerdir. Bu talepleri gören CHP ve DSP aynı çatı altında girdiklerini seçimde % 22 gibi hayal kırıcı bir sonuçla ana muhalefet partisi olarak seçimlerden çıkmıştır. Ondan sonraki süreci herkes çok iyi bilmektedir. DSP’nin CHP’den ayrılması, yeni sol ve milliyetçi partilerin kurulması Türkiye’de parti birleşmelerinin zor olduğunu göstermektedir.Peki bunun nedeni nedir? Diye sorduğumuzda karşımıza birçok alternatif görüş çıkmaktadır. Bunlardan birincisi;her partinin örgütünün olduğu ve parti tabanının başka partiler etrafında seçime girmesini istemediğidir.İkinci görüş ise; milletvekili,danışmanlık,bakanlık gibi kişisel ve partisel çıkarları yüzünden liderlerin anlaşamaması gibi sorunlar ülkemizde partilerin birleşmesine engel teşkil etmektedir.
Türkiye’deki seçim sisteminin sorunlu olduğunu bildikleri halde yeni kurulan ve %1-2’lik oy alabilen partilerin büyük ve geniş tabanı olan partiler etrafında birleşmeleri gerekmez mi? Akıl sahibi insanların düşündükleri tabii ve doğal olarak güçlü bir iktidara güçlü bir muhalefetin gerektiği ; bunun için bölünmüşlük içerisinde değil birlik ve beraberlik içerisinde mücadele etme gerekliliği ve kararlılığını düşünmektedirler. İşte burada bir nokta karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle ülkelerin zor süreçlerden geçtiğinin belirtilmesi bunun için herhangi bir çalışmanın yapılmaması yanlıştır. İlk önce ülkemiz diyebilen ve ülkemiz ortak paydasında buluşabilen partilerin birleşmemesi mantıksızlıktır. Araya ne zaman kişisel hırs ve çıkarlar girerse o zaman o oluşumdan sonuç alınamaz.
Burada yaklaşan seçimler ışığında ülkemizde sol geleneği temsil eden Atatürk’ün kurduğu parti CHP ile Bülent Ecevit’in Kurduğu DSP arasındaki kopukluğu dile getirmek istemiyoruz. Hepimiz biliyoruz ki ne zaman ülkemizin milli menfaatlerini gerçekten ve samimi olarak savunan liderler çıkar işte o zaman birleşme konularındaki tıkanıklık çözülür. 6 Eylül 2009 tarihinde Aydınlık Dergisine röportaj veren DSP lideri Masum TÜRKER: ’ İktidar değişikliği için ortak bir parti etrafında toparlanmalı. İktidar partisinin uygulamalarına karşı farklı fikirlerde olsa muhalefet ortak bir noktada buluşuyor. AKP’nin Türkiye’yi uçurumun kenarına sürüklediği konusunda mutabıktırlar. Bir taraftan da iktidar partisi parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduruyor. Seçimler normal süreçte 2011 yılında yapılacak. Yani iki yıl daha var. Seçimler bu partiler tek başlarına girdiklerinde kuvvetli bir alternatif yaratamıyorlar. ‘ demiştir. DSP’nin Ecevitli yıllardaki büyük başarısı Türkiye’de solun yeni temsilcisi olarak anılmasına neden olmuş ; 2002 seçimlerinden sonra barajı aşamayacak hale gelmiştir. Bunun birçok nedeni var: Liderlerinin sağlık sorunu olması, Şu anki iktidar partisinin yıllar önce bu göreve hazırlanması, iç ve dış konjonktür DSP’nin başarılı olmasına olanak sağlamamıştır. Masum Türker’in son açıklamalarına baktığımız zaman ise kendi içerisinde çeliştiğini ve paradoksal hale geldiğini görmekteyiz. Masum Türker: ‘ DSP’yi bana verilen yetkiyle asla hiçbir partinin çatısı altında seçime sokmayacağım. Bize bölünmeyin,küçülürsünüz diyorlar. Daha baştan küçülmeyi kabul ediyorlar. Halbuki büyük olmayı düşüneceğiz. ‘ diyerek gelecek seçimlerde partisinin tek başına seçime gireceğinin sinyalini vermiş bulunmaktadır. Yukarıda aynı parti liderinin iki farklı görüşünü yazdık. Aralarındaki farkı siz okuyucularımıza bırakıyoruz.
Özetle; İşte bu gelişmeler doğrultusunda ülkemize yeni bir parti gerekmektedir. Toplumun tüm kesimlerini birleştirecek, ülkemizi gericilere, bölücülere teslim etmeyecek bir partinin kurulması ihtiyacı oluşmuştur.Bu partinin misyonu ve vizyonu; Atatürk’ün altı ilkesini rehber edinmiş olacaktır.Demokratik,laik,milliyetçi,devletçi,cumhuriyetçi,halkçı,devrimci özellikleri sentez yapan,bağımsızlık savaşımızı başlatan Gazi Mustafa Kemal’in ilkeleri ve önderliğinde tüm ezilmişlerin, sömürülenlerin yanında Atatürkçü,milliyetçi bir partinin kurulması gerekmektedir.Ülkemiz bir çıkmaza girmiş, bütün kurumlarıyla yeniden bir yapılanmaya gitmesi gerekmektedir

Süleyman GÖK
21.04.2010

17 Nisan 2010 Cumartesi

ÖZGEÇMİŞİM

ÖZGEÇMİŞİM
Süleyman GÖK(1989- …) 1989 yılında İzmir’de dünyaya geldim.100.yıl İlk Öğretim OKULU,Hilal Necmiye Hüsnü Ataberk İlk Öğretim OKULU’nu bitirdim.Lise öğrenimimi Cem Bakioğlu LİSESİ’nde tamamladıktan sonra 2007 yılından bu yana Selçuk Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümünde Eğitim-Öğretim hayatıma devam etmekteyim.
Bu zaman aralığında birçok sivil toplum kuruluşunda sorumluluk,gençlik komisyonu başkanlığı ve gençlik platformlarında üyeliklerde bulundum.
Aldığım Belgeler:
-ÇYDD Deniz Yıldızı Projesi kapsamında 18 hafta sonunda Deniz Yıldızı Sertifikası.Bu projede Cv hazırlamadan,kişisel gelişime,çevre konusundan,uluslar arası ilişkiler konularında çeşitli eğitimler aldım.
-Selçuk Üniversitesi bünyesinde yapılan konferansta Kişisel Gelişim Sertifikası,
-2009-2010 Yaz Dönemi ORSAM(Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezinde) 15 günlük yaz okulunda bulundum.Bu eğitimim sonucunda İngilizce ve Türkçe olmak üzere 2 tane ORSAM Sertifikası,
- Türk Dünyası Araştırma ve Kültür Vakfı’nın(TDAV) yaptığı Türk Dış Politikası adlı kongreye Türkiye-Kafkasya İlişkileri adlı bilimsel makalem ile başvurdum,kabul edildi.
- Bulunduğum sivil toplum kuruluşundaki gençlik komisyonu başkanlığım dolayısıyla Aksaray,Afyon,Eskişehir,Antalya’da toplantılara katıldım ve sonuç bildirgesi hazırlanmasında görev aldım.
- Yabancı dilim İngilizce olmakla beraber şu an dil seviyemi gösteren bir belgeye sahip değilim.Ancak Orta derece İngilizce bilmekteyim.
- Selçuk Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Topluluğu,Avrupa Birliği Eğitim ve Proje Topluluğu üyesiyim.
-Türkiye Gençlik Kurultayı Araştırma Geliştirme Koordinatörlüğü,
-ORSAM bünyesinde yapılandırılmış GENÇ ORSAM bölümünde Ortadoğu üzerine makaleler yazmaktayım.
-Politika Dergisi kadrolu yazarlığı yapmaktayım.
-Mayıs 2009 ayında Eskişehir’de yapılan 10.Demokratik Öğrenciler Kongresine katıldım.
-3H hareketinin yapmış olduğu konferansa başvurum kabul edildi fakat sınavlarımın çakıştığı için katılamadım.
- Sosyal olarak ; Otomobil Sporlarına ilgim olduğu için Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu (D) lisansına sahibim.

* SİHİRLİ BİR SÖZ DEMOKRASİ?

Son zamanlarda meydana gelen olaylarda,dillerde ve eylemlerde ağızlardan düşmeyen bir sözcük olan Demokrasi lafını irdelemeye karar verdim bu yazımda.Acaba gerçekten demokratik bir ülkede mi yaşıyoruz.Bu konu hakkında çok yazı yazdım fakat demokrasi adı altında yaşanan ve bizlere bir takım yollar ile dikta ettirilmek istenen düşünce gerçekten doğru mudur?gibi paradokslar taşmaktayım.Çünkü,araştırırsak demokrasi ve otoriter,totaliter rejimleri arasındaki farkları ve ülkemizdeki yönetim biçimini görmenin çok zor olmadığını düşünüyorum.
Son günlerde yaşanan gelişmeler ışığında bir değerlendirme yapmak istediğimiz zaman aklımıza gelen sorulardan bazıları şunlardır? Biz yaşananları ne kadar hakediyoruz? Bu yaşadıklarımızın yasal dayanağı var mı? Demokratik bir ülkede mi yoksa Demokrasi adı altında farklı bir yöntemle mi yönetiliyoruz ki aklımıza sorular gelmektedir.Ben bu yazımda demokratik rejimin özelliklerini vurguladıktan sonra ülkemizdeki durumu açıklamak istiyorum ki arasındaki fark daha iyi anlaşılsın.Okuyucularım,beni takip edenler net bir şekilde sonucu görsün istiyorum.
O zaman diyorum ki DEMOKRASİ;halkın kendi kendini yönetmesi anlamına gelmekle beraber,çağdaş demokrasilerde olmazsa olmaz bazı özellikleri bünyesinde barındıran bir yönetim şekli diye tanımlayabiliriz.Genel olarak kaynaklarda;halkın kendi kendini yönetmesi olarak geçmesine rağmen bu sözü temellendirme gereksinimi vardır.Çünkü,demokrasiler sadece halkın belirli kesimlerinin katılımlarıyla gerçekleşmemekte,farklı kurum ve kuruluşlar ile desteklenerek sürdürmektedir.Peki,bu yardımcı kuruluşlar veya olaylar nelerdir diye baktığımız zaman aklımıza aşağıda sıraladığım unsurlar gelmektedir:

1-Bağımsız Hukuk ve Yargı Sistemi
2-Bağımsız Medya Sistemi
3-Siyasi Partiler Kanunu Adaleti
4-Dokunulmazlıkların olmaması
5-Hükümeti denetleyebilecek Rtük,Yök,Üniversiteler gibi anayasal organların olması

gibi ve daha sayamadığım bazı unsurlar çağdaş demokrasiyi oluşturmaktadır.İlk tanımladığımızın yanında bu unsurların olmaması bir ülkede demokrasinin olmadığını gösterir ki bu sürecin sonu Otoriter,Totaliter rejime doğru kaydığını bizlere gösterir.Bu kadar tezlerimi ortaya koyduktan sonra üzerinde yaşadığımız topraklarda demokrasi adı altında yaşadıklarımız yukarıdaki 5 ilkeye ne kadar uygun olduğunu ben cevap vermek istemiyorum.Bu yazıyı okuyanlar kendliğinden cevabını bulmaktadır zaten.Ben bu ilkeler çerçevesinde ülkemizdeki düzeni sorgulamak istiyorum.
İlk olarak ülkemizde Bağımsız Yargı ve Hukuk Sistemi var mıdır?Ülkemizdeki değerli hukukçular,bilim adamlarının da dediği gibi tam bağımsız yargı bugün yoktur.Daha iyi anlaşılması için bir örnek vermek istiyorum.Sincan Hakimi Osman KAÇMAZ, YARSAV Başkanı EMİNAĞAOĞLU ve daha bir çok hakim,savcı,barolar üzerindeki baskının açıkça ortaya çıkması,Osman KAÇMAZ'ın üzerimde kurumsal bir baskı var demesi,Adalet Bakanı ve Müsteşarının HSYK'da bulunması ve Yürütme ve Yargı sisteminin birlikte yürütülmesi ülkemizde ne kadar bağımsız bir yargının olduğunu göstermektedir.Hukuk dışı uygulamaların olduğu,yasa dışı dinlemelerin olduğu bir ülkede ne kadar demokrasiden söz edebiliriz.Demokratik bir ülkede;normal bir vatandaşın devlet dahil kim haksızlığa uğramışsa bu hakkını bulacağı yer olan Yargı'nın durumu ülkemizde pek iç açıçı değildir.
İkinci olarak Bağımsız Medya var mıdır? Bugün bu soruyu hemen hemen hepimiz cevap vermekle beraber kuşkuyla yaklaşmaktayız.Ülkemizde yandaş medya gibi bir kavramın oluşması,karşıt görüşteki insanların birbirlerini bu sözle itham etmesi medyanın ikililiğinin doğduğunun göstergesidir.Ülkemizde büyün medya patronlarının bizleri yönetenler hakkında herhangi olumsuz bir haberden sonra başına ne geldiğini gördük.Bağımsız,sadece doğrular için yayın yapan bazı kuruluşların sahipleri ise bugün adı bile tartışmalı olan Ergenekon soruşturması çerçevesinde silivride tutulmaktadır.Fakat,bu ülkeye ihanet eden,ihanet planlarını çarşaf çarşaf yayınlayan bazı gazeteler özgürlükçü bir anlayışla yollarına devam etmektedir.İkinci ilkemizi de malasef olumsuz bir izlenimle yazmak zorunda kalıyorum.
Siyasi partiler kanundaki uygulamalar,dokunulmazlıkların olması,parti içindeki liderlik suntası gibi anti demokratik uygulamaların olduğu bir ortamda heralde demokrasiden söz edemeyiz.Parası olanların yönettiği,halkın kendi kendini yönetmesi için seçtiği insanların TBMM'de olmaması,baraj sebebi nedeniyle meclise girememesi demokraside belirli sıkıntıların olduğunu göstermektedir.Parti teşkilatlarındaki en küçük kişinin bile lider tarafından atanması parti içindeki demokrasinin ne kadar geride kaldığını göstemektedir.
Demokrasinin olduğunu eleştiri gibi önemli bir kavram gösteririr.Eleştirilmeyen kendini yenilemeyen kurum,kişi ve kuruluşlar geri kalmaya muktedirdir.Demokratik bir göstergesinden bir diğeri SENDİKALARDIR.Ülkemizde sendikalaşma hareketinin dünü,bugününe baktığımız zaman büyük bir kitleyi bünyesinde barındırması bakımından önemli bir işlev görmektedir.Fakat,bugün sorguladığımızda ne kadar olumlu işleve sahiptir.Tekel işçilerinin direnişine baktığımız zaman bu olayda Sendikaların zaaflarının olduğunu göstermektedir.Olayların bu noktaya varılmadan engellenmesi var iken neden bu zamana kadar kalındı gibi sorular halkımız üzerinde sorgulanmaktadır.
Sonuç olarak;çağdaş demokratik ülkelerdeki ilkeler ile ülkemizin şu andaki durumu arasındaki korelasyonu yazmak zorunda hissettim.Bazılarının dediği gibi en azından ben öyle düşünmüyorum demokratik bir ülkede yaşamıyoruz.Eğer süreç böyle devam ederse diktatörlüğe doğru gidişimiz hızlanmaktadır.Bazıları benim bu tezime karşı çıkabilir.Fakat,ülkemiz gerçeklerini iyi analiz edersek benim tezimin havada olmadığını ve temellendirmelerim ile desteklediğim yazımın iyi anlanılacağını düşünüyor herkese mutu ve huzurlu yarınlar diliyorum...

Süleyman GÖK 13.02.2010

*Politika Dergisinde yayımlanmıştır.

Türk Dış Politikası Eksen mi Değiştirdi?

Son zamanlarda tartışılmaya açılan ve manipüle olarak gördüğüm bir konu olan Türk Dış Politikasının yön değiştirmesi aslında yeni bir şey değildir.Bu konu ile uğraşan uzmanlar bilirler ki 1974’ten sonra eksen kayması gibi konular tartışılmaktadır.Türkiye,coğrafi,siyasi,kültürel olarak çok önemli bir merkez ülkedir.Ortadoğu ve Batı dünyası arasında olması,Hem Batı,Hem de Doğu kültür ve medeniyet bağlamında ortak yönlerinin bulunması Türkiye’nin politik yapısını etkilemiştir.İç ve Dış politikamızda bu unsur çok rahat bir şekilde gözlenmektedir.Örnek vermek gerekirse,Türkiye’nin 1976 yılında İslam Konferansı İşbirliği Örgütüne üye olması,daha sonra 1980 yılında Kenan Evren’in İKÖ’nün eşbaşkanlığını yapması ülkemiz iç politikamızda normal olarak karşılanmamış ve laiklik gibi kavramların tartışılmasına zemin hazırlamıştır.Görüldüğü gibi iç ve dış politikalar veya olgular birbirlerinden bağımsız olaylar değildir.
Türkiye eksen mi değiştiriyor? Diye soracak olursak bazı kesimlerin EVET dediğini duymaktayım.Bu çok merkezli dış politikayı bugünkü siyasi iktidara bağlayanların çoğunlukta olması işin renginin değişmesine sebebiyet vermektedir.Tarihe bir göz attığımızda yıl 1975 ülkemizde Çok Yönlü Dış Politika Konsepti tartışılmaya başlanmıştır.Bunların nedenleri vardır.Türkiye’nin ABD tarafından silah ambargosuna maruz kalması,Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ilişkileri dondurması Türkiye’nin Batı’ya karşı tavrının değişmesine neden olmuş ve çok merkezli bir dış politika vizyonu izlemeye başlamasına neden olmuştur.1973 yılında Arap-İsrail savaşında Arapların yer alınması ve stratejik önemini kullanarak Batı’ya gözdağı verilmesi bu konseptin gereğidir.İsrail ile ilişkilerini Maslahat Güzarlar seviyesine indirilmesi,Ortadoğu ülkeleri ile dış ticaret hacminin artması,Filistin Kurtuluş Örgütüne ait bir temsilcilik açılması Çok Yönlü Dış Politika Konseptine geçişin unsurlarıdır.Yıl 2010 ve Türkiye’nin Eksen değiştirdiğini söyleyen insanlara söylemek istediğim tek şey Tarihe Bakın.Bu politika AKP iktidarı ile başlamadı ki bununla son bulsun veya devam etsin. Dediğim gibi Jeostratejik ve jeopolitik yönden önemli ülkelerin bir ilişki boyutu kurması gereklidir.Türkiye,hem doğu hem de batı dünyası ile ilişkiler kurması kaçınılmaz bir gerçekliktir.Önemli olan hiçbir taraf ile aynılaşmaması gerektiğinin bilincinde olunmasıdır.
Günümüzde ülkemizin Irak,İran,Suriye ve diğer Arap Ülkeleri ile üst düzey stratejik işbirliğinin olması,antlaşmaların yapılması bazı kesimler tarafından yeni bir oluşum gibi gösterilmek istense de tarihsel bağlamdaki örneklerine baktığımızda gerçeklik payının olmadığını görmekteyiz.Geçmişte,Batı’ya karşı bir strateji ile girişilen bu politika günümüzde nasıl yürütülmektedir? Tartışılır fakat olması gereken bir Dış Politika vizyonudur.Yukarıdaki gelişmelerin çıkış aşaması Türkiye’nin Batı’ya karşı olan tavrıdır.Acaba günümüzde ülkemizin Kıbrıs,Avrupa Birliği gibi konularda ABD ve Avrupa Ülkeleri tarafından yeterince ciddiye alınmaması bugünkü Ortadoğu ülkeleri ile yüksek düzeyli işbirliği yapmamamıza neden mi oldu diye bir soru sormak gerekirse önemli bir konuya değinmiş ve tartışma başlatmış oluruz? Gerçekleşen olayların,antlaşmaların ve ilişkilerin boyutları gereği Batı’ya karşı bir gözdağı vermek mi yoksa ülkedeki siyasi iktidarın dini,kültürel yönden Ortadoğu ve Arap coğrafyasına yakn sayılması ve Din unsurunu kullanması gibi karar alıcı mekanizmanın özellikleri gereği doğal bir süreç midir? Bu bağlamda tartışılması gereken bir konudur.Ancak bilinmesi gereken bugün yaşanan olayların hiçbirinin ilk olmadığı ve geçmişte izdüşümlerinin var olduğunun kamuoyu tarafından bilinmesi gerekir.
Özetle belirtmem gerekirse,Türkiye’nin Dış Politika vizyonu çok merkezli konsepte dayanmak zorundadır.Hiçbir bloğa bağlanmadan bağımsız politik kararlar almalı ve bunları uygulamalıdır.Hiçbir birliğinin veya ülkenin yandaşı,paydaşı olmamalı önemli konumunu muhafaza ederek bu önemli coğrafyada önemli perspektiften bakmasını bilmelidir.Ancak,o zaman yüksek düzeyli ve temelli bir stratejik işbirliğine dayalı,çok merkezli fakat bir sefal yani tek başlı bir dış politika vizyonu izleyebilmelidir.

SÜLEYMAN GÖK 26.03.2010

BİLİMİN PARADİGMASAL KOPUŞU VE POSTMODERNİZM

Bilim,insanların geçmişlerinde yaşadıkları deneyimleri bilme,anlama,açıklama ve kontrol etme isteğinden meydana gelmiştir.Kısacası,insanların merak duygusuna yeni düşmesi bir takım gelişmelerin yaşanmasına neden olmuştur.Bilim ve Teknolojinin gelişim seyrine baktığımız zaman birbiri ardına gelişmeler yaşanarak uygarlıkların gelişmesi,yeni buluşların ortaya çıkması bugünkü anlamda bizim içinde bulunduğumuz post modernim yani bilgi-enformasyon çağına kadar gelmiştir.Bilim,insanların pek hoşnut olmadığı bir kavramdır.Çünkü,bilim dediğimizde bazı kesimlerin gözünde büyüttükleri literatüre girmiş,anlaşılması güç sözcükler akla gelmektedir.Ancak,durum gerçekte öyle değildir.Günlük hayatta yaptıklarımızın bir bilimsel açıklaması vardır.Bilim,tarihsel,sosyal ve coğrafik gerçekliklerden soyutlanamaz,onlardan ayrı,bağımsız bir şekilde incelenemez.Bugün bize güzel ve çekici gelen bir olgunun,bundan 20 yıl önce adının bile duyulmaması,toplumda yaşayan insanların günlük ihtiyaçlarının ve yaptıklarının bir gereksinim karşısında yaptıklarından dolayı bir anlamlı bütünü ifade etmektedir.
Bilimsel bilgi dediğimiz zaman sistematik bir kural şeklinde ilerleyen ve bilim dünyasına yeni bilgiler üreten,katan sistemler bütünüdür.Bilim toplum için mi,yoksa bilim için mi? Sorusuna verilecek her cevap bizi bilimin toplum için olduğunu gösterir.Doğrudan olmasa da dolaylı bir biçimde bilim toplumun hizmet ve yararlarına sunulmuş bilgiler manzumesidir.Örnek vermek gerekirse,bilim adamının üzerinde çalışarak icat ettiği bir buluşun sırf kendi kendini tatmin etmek için uğraş vermesi beklenemez.Bunun sonuçlarının bazıları toplumu etkilemektedir.Görüldüğü gibi,tatmin amaçlı başlayan bilimsel çalışmalar bilimin geneli kapsaması bakımında tüm toplumu,hatta evrensel bir gelişim aşamasını ortaya çıkartmaktadır.Bilim dediğimiz olgu da bundan ibarettir.Popper’ın da dediği gibi eleştirel akılcılığın olduğu yerlerde bilimsel bilginin gelişmesi çok net biçimde olmaktadır.Bu gerek sosyal gerek ise fen bilimlerinde de geçerlidir.Bir eleştirel ortamın olmadığı yerlerde,tek düzelik,tek düzeliğin olduğu yerlerde ise hiçbir fikrin,buluşun gerçekleşmediği varsayımını taşımaktayız.Çoğulculuk,birbirinden farklı paradigmalar ile geçiş,bilimde devrim denilen ve savunuculuğunu Thomas Khun’un yaptığı bilimsel devrim ve paradigmasal kopuşun nedenlerinin başında eleştirel akılcılık gelmektedir.Bir bilim adamının üzerinde çalıştığı konudaki paradigmanın yetersiz kalması sonucu farklı paradigmalara yönelmesi paradigmalar arası kopuşu ifade etmektedir.Ancak,burada önemli olan eşölçülmezlik ve çoğulculuğun mutlaka olması gerektiği gerçekliğini unutmamamız gerekmektedir.Öyle ki,her paradigma kendi içerisinde tutarlı bir bütündür ve kendine göre değerleri vardır.Einstein’ın da dediği gibi,bugün işimize yaramıyor gibi gözüken bir paradigmayı atmak yerine ,onun durum ve zamanın koşullarına göre geliştirerek kullanmakta fayda vardır demesi çoğulculuğun önemli olduğunu göstermektedir.
Bilimsel paradigmasal kopuşu,geleneksel bilimin modern ve post modernizm anlayışa doğru yönelmesiyle olmuştur.Bugün içerimside yaşadığımız post modern zamanda bilimin değeri,professiyonelliği,sağlamlığı sorgulanmakla birlikte,zamanın şartlarına göre uygun bulunmaktadır.Ancak kendi bindiği dalı kesmektedir.Bilim,ilk çağlardan beri belirli bir zümreye,kişiye hizmet etmiştir.Burada bilim ve iktidar ilişkisini açık bir şekilde görmekteyiz.İlk çağlarda tarımcılıkta geliştirilen sulama,astronomi gibi bilimsel gelişmeler o dönemin yöneticilerine,zenginlerine hizmet ettiği ölçüde geçerlidir.Bugün durum da geçmişten farksız değildir.Ortaya çıkan silah teknolojisindeki gelişmeler,mayınların üretilmesi ve insanların canlarını tehdit eder bir şekilde kullanılması bilimin etik değerinden uzaklaştığını ve bir takım iktidar ilişkisine giriştiğini göstermektedir.Savunduğumuz bilimsel paradigmasal kopuşun insanların bilime olan güvenin azalması,insanların çevreye verdiği zararlar,sanayi ve hizmet sektöründe insanların gereksinimleri yerine onları tehdit eden gelişmelerin gerçekleşmesi,doğu, Hint ve Çin felsefelerinin gelişmesi anti bilim olgusunu ortaya çıkarmış ve bilimsel kopuşu oluşturmuştur.
Özetle, bilimsel devrim ve bilimsel paradigmaların kopuşu hızla devam etmektedir.Yeni buluşların yapılması,insanların bilime olan huzursuzluğu bizlere gösteriyor ki yeni bilimsel araştırmaların,alanların ortaya çıkacağını önümüze sermektedir.

SÜLEYMAN GÖK 18.03.2010

Türkiye’nin Güvenliği Açısından Irak’ın Kuzeyinin Önemi Nedir?

Soğuk savaş sonrası yaşanan gelişmeler Türkiye’nin jeopolitik havzasında yaşanan hareketlenme birinci ve ikinci körfez savaşı ertesi Irak’ın Kuzeyinde yaşanan fiili durum ve Türkiye’ye karşı hızını arttıran bölücü terör faaliyetleri bölgenin Türkiye’nin güvenliği açısından tartışılması gerektiğini ortaya çıkarmaktadır.
Kuzey Irak,günümüz Irak Cumhuriyetinin 36.paralelin kuzeyinde kalan Türkiye’nin Güneydoğu sınırına komşu olan bölgeye verilen isimdir.Coğrafi konumu ile Fırat ve Dicle havzasını Anadolu’nun doğusu ile; Ortadoğu’ya ise Anadolu’nun doğusu üzerinden Hazar Havzası ile birleştirir.Musul,zaho,erbil,telafer bu bölgenin içindedir.Kerkük’ün durumu ise günümüzde tartışmalı olmakla birlikte Türkiye’nin güvenliği açısından Kuzey Irak’la beraber düşünülmelidir.Bölge jeopolitik ve jeo-kültürel olarak değerlendirilebilir.Demografik olarak bölgede Kürtler, Türkmenler ilk sırayı almaktadır; ayrıca Araplar ve az sayıda Asuriler yaşamaktadırlar.(Dursun,2006:5-12)
Bölgenin diğer bir önemi ise Musul bölgesi ve çevresinde önemli petrol yataklarının bulunmasıdır.Kerkük’ü dahil ettiğimizde bölgenin enerji politikalarında önemi daha da artmaktadır.
Irak’ın Kuzeyi Türkiye Güvenliğini şu açılardan etkilemektedir;
-Bölücü Terör
-Irak’ın Bölünmesi-Kürt Devleti
-Enerji Politikaları
-Türkmen Varlığı
-Türk-Amerikan İlişkilerine Etkisi
Terör örgütü pkk,yıllardır Irak’ın kuzeyinde konuşlanmaktadır.Kandil dağlarında ve Türkiye sınırı boyunda hareket eden örgüt bütün lojistik ve askeri taktik planlamalarını bu bölgeden gerçekleştirmektedir.Kuzey Irak, Türkiye-İran-Irak ve Suriye ülkelerinin kesişim noktasıdır.Bu üç bölgeyi de kontrol etmektedir.(Usak,2007;13). Bu hassas bölgede güvenlikte olmadığı her dönemde Türkiye’ye en önemli tehditler buradan gelmeye devam edecektir. Jeopolitik bütünlük açısından da brakıldığında bölgenin güvenli halde olması Türkiye’nin varlığına dönük bir gerekliliktir.
Irak’ın Kuzeyi enerji zengini bir bölgedir.Bölge kanıtlanmış küresel petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde dördünü( 50 milyar varil) bünyesinde bulundurmaktadır.(Eslen,2007;79). Bunun yanında hali hazırda bulunan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı ve yapılması planlanan yerli hatlarla bölgenin parasal ve stratejik değeri artacaktır.
ABD’nin Kuzey Irak’ta zengin enerji rezervlerine hakim olmak istemesi,bölgede Amerikan,Türkiye ve diğer komşu ülkeler ile ilişkilerini etkilemektedir. ABD’nin 2003 Irak harekatından sonra Kuzey Irak’ta kurulan kukla Kürt devletini desteklemesi,Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bir unsur olan PKK’nın arkasındaki desteğini koruması Türk-Amerikan ilişkileri açısından önem teşkil etmektedir.Bölgesel ve küresel bir aktör konumunda olan Türkiye,Kuzey Irak’tan kendisine gelen saldırıları bertaraf etmek için bir harekatta bulunma niyetinde olsa ABD karşı çıkmaktadır.2007’nin Mart-Nisan aylarında yapılan hava ve kara harekatında Amerikanın Türkiye’ye yardım etmesi,açıkça PKK’ya karşı olduğunu göstermesi 2003-2007 yılları arasındaki paradoksu göstermektedir.Bu noktadan hareket etmek gerekirse,Türkiye-Amerikan ilişkileri çok boyutlu,çok konulu bir noktada stratejik müttefiklik anlayışıyla devam etmektedir. G.Bush’un Türkiye’de artan olumsuz imajına karşılık Barack Obama’nın ılımlı söylemleri ile iktidara gelmesi, Müslüman ve Türk Dünyasında olumlu karşılanmıştır.
Netici olarak Türkiye’nin elindeki imkanlar dış politika anlamında azımsanmayacak durumdadır. Türkiye bölgede devlet geleneği olan müesses ülkelerdendir.Ortadoğu coğrafyasında ayakta durmak kararlılık, ince siyaset ve güvenliği asla elden bırakmamakla olmaktadır. Çünkü bu bölgede GÜVENLİK var olmaya eş değerdir.
Yukarıda belirttiğim unsurlar ülkemizin güvenlik sorunlarından sadece biriciğini oluşturmaktadır. Ancak,milli birliğimizin bütünlüğünü sağlamak açısından önemli bir sorun teşkil etmektedir.Irak’ın Kuzeyi bugün gerek iç gerek ise dış politikamızda önemli gelişmelerde rol oynamaktadır.Ülkemizin,küreselleşme boyutu ele alındığında egemenlik ve bağımsızlık,üniter yapısı üçlüsünde önemli oyunların oynandığı gözlenmektedir.Bizler bu oyunların iyi ve kötü olduğu yönündeki kanaatimizi insanlara bırakıyoruz. Yaşanan tüm gelişmeler ışığında, meydana gelen stratejik bağı güçlü olan ve paradokslarla kaplı bir kutuplaşmadan söz etmekteyiz. Irak’ın Kuzeyi’nin bölgesel öneminin yanısıra, küresel boyutta ele alınarak detaylı bir analizin yapılması gerekmektedir. Ortadoğu’da 1000 yıldır bitmeyen sorunun kaynağı olarak gösterilen enerji rezervlerinin bulunması,bizlere gösteriyor ki daha nice yıllar bu bölgede güven ve istikrardan söz edemeyeceğiz.Yukarıda söz ettim.Bir ülkenin güvenliği demek o ülkenin hayati çıkarları ile doğru orantılı olduğu demektir. Bunun için yapılmak istenen post-modern dünyada,küreselleşme yani emperyalizmin 21.yy’daki ismi olan gelişmelerin ışığında gerekli siyasi-ekonomik askeri olarak güvenlik önlemlerini almalıyız. Nato,konsepti içerisindeki yerimizden dolayı 2.Dünya Savaşından sonra ordumuzun modernleşmesi için girişilen çalışmalarda ne kadar başarılı olduğumuzun kanıtını tarihin derinliklerinde görmekteyiz.Onun için güvenlik zafiyetinin olmaması için çalışmalar yapmalı; teknolojik ve ekonomik boyutu göz ardı etmemeliyiz.
Yukarıdaki bilgilerimiz ışığında son günlerde kamuoyunu meşgul eden Kürt sorunu veya Demokratik Açılım adı altında oynanan oyunları, bu oyunlarda Kuzey Irak’ta oluşturulan veya oluşturulmaya çalışılan Kürdistan Bölgesel Yönetimi(Kürdistan)’nın ülkemizin güvenliğine nasıl etki ettiğinden bahsetmek istiyorum. Bazı aydın,düşünür veya kanaat önderlerine göre Kuzey Irak’ta bölgesel yönetimin olmadığı, oradaki yapılanmanın Irak’ın toprak bütünlüğünü savunduğunu dile getirmektedirler. Doğruluk payını akli selim düşünenlere bırakmakla birlikte bir soru sormak istiyorum. Eğer bölgesel Kürt yönetimi Irak’ın toprak bütünlüğünü gözetiyorsa,neden ırak’ın Kuzeyinde anayasası belli, toprakları belirli haritalarla gösterilmiş bayrağı olan devlet gibi lanse edilmektedir. Bu bir sorunu teşkil etmektedir ki gerek İran,Suriye gerekse bizim için önemli sorunlar oluşturmaktadır.İç politikamız dış politikamız arasındaki ayrım geleneksel olarak birbirinden bağımsız değildir. Uluslar arası İlişkiler literatüründe Rosenau’nun Bağıntı yaklaşımında görmekteyiz ki iç-dış politika ayrımı yapılması son derece zordur.Ülkemizde son 1 yıldır konuşulmakta olan demokratik ve milli birlik açılımı’nın ana konusunu ülkemizde yaklaşık 2.5 milyon nüfusu bulunan Kürtler oluşturmaktadır.Amaç, Kürtlere yapılan baskının giderilmesi, onların dilini,kültürünü,sosyo-kültürel yaşamlarını tanımak, anayasada iki dilli,iki devletlii ibaresini yazmak,dini törenlerde,düğünlerde,hapishanelerde Kürtçe konuşmak, Abdullah ÖCALAN’A göre, Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları yerde ise vergi alınmasını sağlamak, ayrı bir futbol ligi kurulmak, ayrı bir ordu kurdurulmak gibi bir açılım paketi gündemdedir. Bunların tartışılmadığı ve gerçek olarak telaffuz edildiği bir ortamdan geçmekteyiz. Bu yukarıdaki olgular eğer gerçekleşirse,güneydoğu ve doğu anadolu bölgesi Kuzey Irak’la birleşerek Kürdistan Bölgesel Yönetimi oluşturulmuş olacaktır.Bunun açık olarak, ABD GİZLİ SERVİSİ CİA’IN TÜRKİYE’DE KÜRDİSTAN KURMA PLANLALARININ BELGELERİ başlığı altında yayımlanan Kürt Azınlığı Raporunda görmekteyiz. Burada,bu rapora bir göz atmakta yarar olacağını düşünmekteyim.(Amerikan Gizli Servisi CIA’NİN Türkiye’de yaşayan Türk ulusunun ortak kültürel değerlerini benimseyen,Ne Mutlu Türküm diyemeyen) kürtler aracılığı ile Türkiye’yi bölme planı için ön hazırlık kapsamında yapılmış olan raporda söz edilenlere baktığımızda ABD’nin o yıllarda bile,Türkiye topraklarında gözü olduğu bir KÜRDİSTAN kurulması için uğraştığının kanıtı olması bakımından önemlidir. Raporun EK A Kürtlerin Özellikleri ve Toplumsal Koşulları ile ilgili bölümünde yazılanları dikkatlice okuyup inceleyip hafızalarımıza kazımalıyız.
‘ Yüzyıllar boyunca öbür topluluklardan ayrı yaşamış olan Kürtler, kendilerine özgü gelenek ve farklı bir toplumsal yapı geliştirmiştir. Ortaçağdan bu yana Kürt olmayanlarla evlilik kısıtlı bir oranda kalmıştır.Bu toplumsal ve ırksal ayrışmanın bir sonucu olarak Kürtler farklı kişilik özellikleri geliştirmiştir. Fiziksel olarak komşularından daha uzundurlar ve OrtaDoğu’da dayanıklıkları ve güçlü olmalarıyla dikkat çekmektedirler. Özellikle Batı Kürdistan’daki Kürtler uzun kafalıdır ve komşularının pek çoğunun tersine, açık renk saçları ve mavi gözleri vardır. Bu görünüm bir yandan da zayıflatıcıdır.Kürtler,artık özellikle Türkiye ve İran’da ülkenin resmi diline, aşina olsalar da kendi dillerini konuşmayı sürdürmektedirler. Farsçayla benzerlik taşıyan bir Hint-Avrupa dili olan Kürtçe, bazı temel lehçelere ayrılabilsede alt lehçeleri çok farklılık gösterdiği için gerçekçi bir sınıflandırma yapabilmek zordur.’
CIA raporunda daha sonra, Kürtlerin,Türkiye,İran,Irak ve Suriye’deki durumları ve asimilasyona karşı verdikleri mücadele anlatılmaktadır. Raporda,İlkel görünmelerine rağmen, Kürtlerin isyancı oluşlarına övgüler yağdırılmaktadır. CIA raporunun ilerleyen sayfalarında, Türkiye’deki Kürt İsyanlarından da söz edilmekte ve şu satırlara yer verilmektedir.
‘ 1.Dünya Savaşı’nın ardından Kürtler, bağımsızlıklarını kazanacaklardı ki Mustafa Kemal, Sevr Antlaşması’nı Kurtuluş Mücadelesiyle çöpe atınca bu gerçekleşmedi.’ Raporda daha sonra Kürdistan’ın sınırlarını gösteren bir haritaya yer verilmektedir.İşin ilginç tarafı, bu haritanın Kuzey Iraklı Kürt aşiret lideri Mesut Barzani’nin duvarındaki asılı haritayla hemen hemen aynı olmasıdır. Haritada, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu Kürdistan sınırları içinde gösterilmektedir.
Gördüğümüz gibi ABD’nin Gizli haberalma örgütü CIA tarafından hazırlanan raporda ülkemizin güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit eden bir rapordan söz etmekteyiz.Buradan da anlaşılacağı üzere ülkemizin konumuzun başlığında da olduğu gibi Kuzey Irak ile ilgili çalışmaları, önlemleri bitmemektedir. Dediğimiz gibi ülkemizde meydana gelen olayları yani iç politikamızı nasıl dış politika sorunu haline getirdiğimizi gördük. Fakat, bu noktada çok önemli sorunları çıkmaktadır. Çünkü,sonuçta toprak,tanıma ve tazminat gibi hukuksal olaylar ile karşılaşma tehlikesi altında kalmaktayız.Bundan sonraki her politik-diplomatik eylemlerimizde adımlarımızı dikkatlice atmalıyız.

SÜLEYMAN GÖK 19.03.2010

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ !

Çok önemli gördüğüm bir konu üzerinde karşılaştırmalı,bazı bilimsel bilgiler ile ülkemizde Basın Özgürlüğü’nü sizlerle paylaşmak istedim.Çünkü,hepimiz biliyoruz ki demokrasilerin var olduğunu sadece seçilmiş iktidar veya muhalif milletvekilleri değil,onların yanında yardımcı unsurlar olan hukuk,partiler ve en önemlisi basın yayın organlarının özgürce,tarafsız yayın yapabilmeleri gelmektedir.Ancak,ülkemizin demokrasiye geçiş sürecindeki olaylardan günümüze geldiğimize 1950-2010 yılları arasında hiçbir şey değişmemiştir.İleride bu yıllardan örnekler vererek sizlerle paylaşacağım.En önemli değişiklik kişilerde olmuştur.1950’li yıllarda bazı kesimler tarafından demokrat(!) olarak ilan edilen Adnan Menderes’in olması,bugün de aynı kesimler tarafından demokrat başbakan olarak nitelenen Recep Tayyip Erdoğan bulunmaktadır.Bu yazımda bu iki şahsı karşılaştırmaya gitmeyeceğim,çünkü ikisi arasında bir fark görmüyorum.Bu yazımın konusu olan basın özgürlüğünün aradan geçen 60 yılda hiçbir gelişme göstermemiş olduğunu ve aynı kuralların geçerli olması bakımından bir değerlendirmeye tabii tutmak istiyorum.Bu kurallar klasik olarak ödüllendirme veya cezalandırma yoluyla olmaktadır.Başka bir şekilde ifade edersek ‘sopa ve havuç’.Türk siyasi hayatında tek başına iktidara gelmiş olan yukarıda saydığım insanlar geldikleri dönemlerde ne kadar yandaşları tarafından demokrat olarak nitelendirilseler bile tarihin gerçek yüzü öyle dememektedir.1950’li yıllarda muhalafete tahammül edemeyen,basın-radyo(o zaman televizyon yaygın değildi) organları üzerinde sansür ve baskı uygulanması gibi uygulamalar var iken nasıl olurda bir insana demokrat denilebilir çok merak ediyorum.Günümüze geldiğimiz zaman durumda hiçbir fark yoktur.1954 yıllında Yeni Ulus gazetesinin yazarı Hüseyin Cahit Yalçın,Metin Toker gibi muhalif yazarlara yapılan muameleler günümüze bazı gazetecilere yapılan uygulamalar ile ne kadar benzerlik göstermektedir değil mi? Falif Rıfkı Atay’ın çetecilik ile suçlanıp aklanması,bugün yurtsever,aydınlanmacı gazeteci,yazarların’da terör örgütü üyelikleri ile suçlanması gibi ilginç ve düşündürücü benzerlikleri bizlere ders olmalıdır.
Basın özgürlüğü ne demek ? diye soracak olursak,insanların,kendi hür vicdanları gereği belirli konularda görüşlerini dile getirmesine denir.Basın yayın organlarında çalışanlarımız bilir,gazeteciler ve sahipleri her zaman tarafsız olmak zorundadır,iktidar yalakası,besleme veya yandaş medya,yazar olmamalıdır.Halkın,isteklerini,düşüncelerini,görüşlerini iktidara karşı baskı uygulayarak demokrasinin gereği olarak halkın yararına olan uygulamaların gerçekleştirilmesini sağlamak olmalıdır.Fakat,bizde gazete sahiplerinin ek işleri olduğundan,holding medyası dediğimiz olgunun ortaya çıkması,gazete sahibi-iktidar ilişkisinin ne kadar kötü ve etik’ten maruz bırakıldığının göstergesidir.Çok eskilere gitmeye gerek yok.İktidarımızı eleştirmeye başlayan bir yayın kuruluşun(Doğan Holding)’in iktidar tarafından despotça uygulanan vergi kabusu yüzünden çok sesli olması gereken basını tek sesliliğe dönüştürme çabaları hız kesmeden devam ediyor.Muhalif gazetecileri içeriye almalar,televizyon kanallarını ağır ve hukuka aykırı ekonomik verilerle kapatmaya teşvik etmeler bizlere diktatörlük yönetimlerini hatırlatmaktadır.Ancak,biz yanlış düşünüyoruz.Çünkü,bazı demokrat(!) kesimler tarafından tek sesliliğğin olması,eleştiriye tahammül etmeme gibi unsurlar demokrasinin unsurlarıymış gibi algılanmaktadır.Bu ülkeye en büyük hainliği,en büyük düşmanlığı bu kesimlerin yaptığını da burada vurgulamak istiyorum.Besleme ve yalaka insanların olduğu ortamda,iktidardan beslenen,okumayan,aydınlanma felsefesine karşı çıkan,Atatürk ilke ve devrimleri ile her zaman kavga halinde olan bu zavallıcıkların temellerinin ve fikir babalarının dışarıdan alınan para ve fikirler ile yandaşçılık oynaması bu ülkeye yapılan en kötü düşmanlıktır.Onun için bu tip insanlara katlanmamak ve ne kadar demokratik bir ortamda yaşamıyorsakta, demokratik zeminde bunlara derslerini vermek bizlerin görevidir diye düşünüyorum.İlk girişte söylediğim gibi tarihten örnekler vermek istiyorum ve basın özgürlüğünün nasıl yok edildiğini ve basın kuruluşlarının nasıl çalıştığının görülmesi açısından vericeğim çarpıcı örnekler hepimiz tarafından ilgiyle ve hayretle karşılanacağını düşünüyorum.
İlk olarak aldığım notlardan günümüzde de tartışılan Anayasa taslağı için 1953 yılında Demokrat partinin getirmek istediği hukuk reformundan bir anektod akratmak istiyorum.
‘Demokratik ülkelerde bir iktidar partisinin,seçimlerde ne kadar oy almış olursa olsun,hukuk açısından,evrensel hak ve hürriyetler açısında yapamayacağı şeyler olduğu anlayışı,ülkemizin siyasetine henüz yerleşmemişti.2000’li yıllarda da hala yerleştiği öne sürülemez ama o zaman Anayasa Mahkemesi olmadığı için bir kanunun Anayasa’ya aykırı olduğu iddaa edilse bile,o iddayı karara bağlayacak merci,gene Meclis’ti.Yani,Mecliste’ki iktidar partisi çoğunluğu…O çoğunluk,kendi liderinin çıksın dediği kanuna yapılan itirazlar için EVET,bu itirazlar haklıdır..Kanun çıkarmak Anayasa’ya aykırı olur? Diyebilir miydi? Menderes’in Mademki seçildim,öyleyse her şeyi yaparım iddiasını rahatça sürdürebilmesi,bu durumun sonucuydu.’(!).Bu anektod umarım bu yazıyı okuyanların akıllarında bir ışığın yanmasına neden olmuştur.Çünkü bugün yapılan sivil ve demokratik adı altında hazırlanan anayasa taslağının sonucuda yukarıdaki bu ülkenin yaşadığı bir örnekteki gibi olacaktır.Tayyip Erdoğan’ın ben seçildim o zaman herşeyi yaparım tavrının altında yatan nedenleri daha iyi görmemiz için bu örneği verdim,umarım herkes iyi düşünüp,ona göre kararını verir.
Basın üzerindeki baskı metodları çeşitli şekilde uygulanmaktadır.Bunun için devletin mali alandaki imkanları da kullanılıyor,ceza uygulamaları da…İktidarı öven gazetelere,resmi ilan desteği,kredi kolaylıkları,kağıt tahsisi gibi ayrıcalıklar sağlanırken,iktidarı eleştiren gazetelerin imkanları çeşitli şekilde daraltılmaktadır.Geçmişte de olduğu gibi günümüz de de devletin radyosu sadece hükümetin demeçlerini haber veriyor,muhalefetin sözünü bile etmiyordu.
Tarihten bir örnekle devam etmek istiyorum.Bu örneğin sahibi hepimizin bildiği bir kişi.Necip Fazıl Kısakürek.Araştıranlar bilirler ki kısakürek’in siyasi geçmişi hakkında değerlendirme yapmak gerekirse,kendini muhafazakar,islamcı olarak gören,devleti islami hükümlere göre yönetmek isteyen,zamanında büyükdoğu gibi hem gazete,hem dergi kuran,amacının islami gelenekleri uygulayacak bir parti kurmak olan fakat zamanın iktidarı Menderes’e sempati duyan bir insan olan kısakürek bu örnekte gazeteciliğin nasıl iktidar tekelinde olduğunu gösterecektir bizlere.
Necip Fazıl’ın Adnan Menderes ile görüşüp,zamanın şartlarına göre uygun ve gerekli olan parayı istemesi ve menderes’in de geri ödemek şartıyla ve tabiki de kendini destekleyici olan yani bugünün yandaşlığını yapması için para vermesi kısakürek’in büyükdoğu gazetesinin çıkmasına neden olmuştur.Daha sonra,Kısakürek parayı ödeyemeyi öğrendikten sonra çıkan gazetenin çizgisi kendisine göre şöyledir.’ Günlük gazete halinde ortaya çıkar çıkmaz rengimiz hemen belli oldu.Dünyaya İslam gözlüğünden bakan ve davasına Menderes’i kazanmak isteyen gazete…Evet,gayemiz sadece Menderes’i tutmak,onu partisi içinde ve dışındaki düşmanlarına karşı müdafaa etmek…Kendisinde maya tutmasına çalıştığımız ruh hamurunun teknesinde partiyi yekpareleştirmesi ve tezatsız bir büyün haline getirmesi için çalışmak…’
Özetle belirtmem gerekirse 1950’li yıllardan verdiğim örnekler ile günümüzde yaşanan gelişmeler arasında bir kıyaslama yaptığım zaman ben değişen hiçbir şeyin olmadığını düşünüyorum.60 yıl geçmiş ve ülkemizde demokrasi kültürünün halen gelişmemiş olması,demokrasinin bazılarının tekelinde olması ve ağızlarından düşürmemesi şu an benim içimi acıtmakla birlikte bunlara karşı girişelecek olan demokratik zeminde hertürlü tartışmaya,çalışmaya gerçekten demokrasiye,insan haklarına,adalete,eşitliğe bağlı insanlar ile mücadeleye hazır olduğumu belirtirim.Milletin ve Demokrasinin adamları olan nitelendirilen Menderes ve Erdoğan’ın çizgisinin ne kadar demokrat olduğunu ve sivil darbe’nin ayak seslerinin duyulduğunu hissetmemek için daha ne kadar bekliyeceğiz.Artık akıl tutulmasından çıkmanın zamanı geldi ve geçmektedir.Yarın,üzerinde yaşayacağımız bir toprağımız olmayacak.Tehlikenin farkında mısınız?...

SÜLEYMAN GÖK 28.03.2010

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ HAKKINDA

Bugüne kadar üzerine itina ile yaklaştığımız, Türk Ordusu üzerinde yapılan psikolojik harekata karşı mücadele anlayışımızda hiçbir değişiklik olmamıştır.Bu yazıyı okuyanlar böyle bir görüşten vazgeçtiğimi düşünmesinler.Biz burada eleştirel akılcı bir anlayışla, Türkiye’de Türk Silahlı Kuvvetleri Hakkında bir yazı,eleştiri yapılınca ordu düşmanı,vatan haini gibi çirkin sıfatları yakıştıranlara karşı bir yazı olacaktır.Bir iddiayı dile getirince hele ki bu ordu hakkında olunca hiçbir gerekçe göstermeden yalanlama yoluna gidilmesi,günümüzde Türk Ordusu’nun değerinin azalmasına neden olmaya başlamıştır.Evet,hepimiz biliyoruz ki Türkiye’nin coğrafi ve bölgesel özellikleri itibariyle güçlü,kaliteli,her türlü teknolojik donanıma sahip bir orduya sahip olması gerekir.Fakat,sırf bu nedenler nedeniyle orduyu eleştiri dışında tutmakta bir o kadar da aymazlığı göstermektedir.Biz askeri ve sivil her türlü ayrımcılığa karşı çıkmalıyız.Birilerinin sadece askeriye üzerinde tahribatlar yapmasına karşın siviller üzerinde hiçbir çalışma yapmaması son derece yanlış bir olgudur.Gerçekten,ülkemizde demokrasinin gelişmesini istiyorsak 27 maddelik bir anayasa paketi ile olmayacaktır.Öncelikle,sivil ve askeri otoritelerinin yetkilerini tekrar belirlemeli,askerin yalnız kendi alanındaki gelişmelerde konuşmasını sağlamaktır.Bazı kesimlerin,bugün veya geçmişte sivil iktidara karşı denge pozisyonunda gördükleri Askeri Kuvvetlerin siyasete karışması bugün dile getirdiğimiz sorunların kaynağını göstermektedir.Sivil iktidar nasıl geldiyse öyle gitmelidir.Demokrasi bunu dile getirmektedir.Sivil iktidarın sivil darbe yoluna gitmeye başlaması ise sivil organlar tarafından çözüme kavuşturulmalıdır.

Yaşanan gelişmeleri hep beraber izliyoruz.Akıl almaz olaylar yaşanmaktadır.Hakkari Çukurca’da 7 askerimizin şehit edilmesi olayında iki üst düzey komutanın telefon kayıtlarından çıkan sonuca göre askerlerimizi kendi döşediğimiz mayınlar yüzünden şehit etmişiz.Öncelikle bu bir iddiadır.Kimseyi töhmet altında bırakmak gibi bir niyetimiz olamaz.Ancak,bu olay sonrasında Genelkurmay Başkanlığı sitesinden yapılan açıklamada her zaman olduğu gibi yalanmak oldu.Detaya girmeden,kamuoyunun bu konudaki taleplerini yerine getirmeyecek bir açıklama yaptı.Daha sonra yapılan Genel Kurmay İkinci Başkanının açıklamalarına göre ; Bu olayda da Çukurca Cumhuriyet Savcılığınca olaya el konulduğunu ve adli soruşturmanın başlatıldığını belirten Orgeneral Güner, ilk incelemelerden sonra Çukurca Cumhuriyet Başsavcısı'nın olayı terörle mücadele kapsamında görerek ve Haziran ayının sonunda yetkisizlik kararı vererek Van'daki Cumhuriyet Savcılığına havale ettiğini anlattı ve ekledi ; Bu konunun emir komuta zincirinin dışında adli zincirde giden bir olay olduğunu vurgulayan Orgeneral Güner, soruşturmanın gizliliği ve yargı sürecine saygı duyduklarını kaydetti.’ Görüldüğü gibi olay yargıya intikal etti ve şu ana kadar herhangi bir sonuç çıkmamıştır.Sonuç ne çıkarsa çıksın,kamuoyu nezdinde böyle bir olayın olma ihtimali bile Türk Halkı’nın Türk Ordusuna karşı güveninde azalmasına neden olacaktır.Hiçbir şey olmasa bile askeriye’nin içerisinde birliktelik olmadığını,birilerinin döşediği mayının başka komutan tarafından bilinmemesi,mayın haritalarının olmaması(!) gibi sorunlar Türk Ordusu içerisinde bir takım tersliklerin olduğunu göstermektedir.

Buraya kadar belirttiklerim gündeme düşen en önemli olaylardan birisidir.Daha önce gerçekleşen bir olayı hatırlarsak ; Karakoçan'da 17 Ağustosta Koçyiğitler Köyü Düzpete mevkisinde yürütülen iç güvenlik operasyonu sırasında mevzide el bombasının patlaması sonucu Piyade Er Mesut Bulut, Piyade Çavuş İbrahim Yaman ile Piyade Onbaşı İbrahim Öztürk ve Piyade Onbaşı Ali Osman Altın şehit olmuş, patlamanın Teğmen Mehmet Tümer'in, Piyade Onbaşı İbrahim Öztürk'e mevzide uyuduğu iddiasıyla pimi çekilmiş el bombasını vermesi sonucu meydana geldiği iddia edilmişti.
Teğmen Tümer 18 Ağustosta sevk edildiği mahkemece “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olmak” iddiasıyla tutuklanmıştı.Bu yaşanan olaylar bizlere bir yerlerde hatanın olduğunu göstermiyor mu? Bu gerçekleri dile getirdiğimiz zaman ordu düşmanı olmayız aksine ordumuzun daha güvenilir hale gelmesine aracı oluruz.Yaşanan gerçekleri saklayarak,gizleyerek bir yerlere varamayacağımızı anlamamız gerekir.Her zaman YAPICI eleştiri’den yana olmalıyız.Bir kurumu tümden yıpratmak yerine,eksikliklerin üzerine gitmeliyiz.

Ve son olarak gündeme bomba gibi düşen Emekli Tümamiral İlker Güven'in eşi Suna hanım tarafından dile getirilen iddialar çok önemlidir.Bugün yaptığı açıklamada; Tarikattan bazı kimseler eşimi ABD'ye 'beyefendi' dedikleri kişinin yanına götürmek istedi sözleri bazı kesimlerde tepkiyle karşılanmıştır.Ancak,iddia’nın sahibi belgeleri isterlerse vereceğim demektedir.Benim burada birkaç sorum olacaktır.Türk Ordusuna girmek için ortaokul veya liseden sonra yapılan askeri liseler sınavından sonra kazanan öğrencilerin tüm sülalesi araştırılmakta,türban veya başörtüsü takan yakınları var mı?,hangi dershaneye gittiklerine kadar çok ince araştırmalar yapılmaktadır.Bugün gördüğümüz manzara ise bizleri dehşete düşürmektedir.Türk Ordusunda en üst rütbeye gelmiş bir general’in tarikat bağlantılarının çıkması ne anlama gelmektedir? Bu komutanın bu rütbeye gelinceye kadar hiç kimse tarafından fark edilmemiş olması büyük bir zafiyeti göstermektedir.Burada iki sonuç ortaya çıkmaktadır.Ya Türk Ordusu içerisinde büyük bir cemaat yapılanması var ,ya da bazı komutanlar bunlara göz yummaktadır.Bu iki önemli sorunun cevabını kamuoyu merak etmektedir.

Özetle,Türk Ordusunu eleştirmek hiçbir zaman vatan hainliği veya ordu düşmanlığı anlamına gelmemelidir.Böyle bir anlayışı artık kafalarımızdan,zihinlerimizden silmeliyiz.Bugün en çok bütçe ayrılan kurum Türk Silahlı Kuvvetleridir.Doğal olarak ayrılması gerekir.Ancak,bütçesi denetlenememektedir.İşte bu gibi eksiklikler bazı kesimler tarafından eleştirilince ordu düşmanı olarak yaftalanmaktadırlar.En son gelişmede gördüğümüz tarikat,TSK,cemaat üçgeninde yaşanan gelişmeler,TSK nın laiklik vurgusu ile paradoks oluşturmuştur.Sonuç olarak biz diyoruz ki eleştirmekten korkmayalım.Önemli olan eksikliklerimizi görüp yolumuza devam etmeliyiz.Eleştirinin olmadığı yerden korkalım.Her zaman dediğimiz gibi YAPICI eleştiriden kaçmayalım.

SÜLEYMAN GÖK - 17.04.2010