30 Mayıs 2010 Pazar

BİLİM VE TEKNOLOJİ *

Dünya tarihinde bilim ve teknolojinin gelişim seyrine baktığımız zaman ilk zamanlarda yani taş ve cilalı taş devrinde insanlar geçimlerini sağlamak amacıyla ateş, çanak,çömlek gibi gerçek hayatta pratik fayda sağlayan buluşlara yönelmiştir. Teknolojinin terminolojik anlamına bakarsak, uygulamalı bilim olduğunu görürüz. O zaman ilk insanlar uygulamalı bilim alanında gelişme göstermişlerdir. Ortaçağ’da İslam kültür ve medeniyetin etkisinden gelişen astronomi, simya,astroloji,tıp,at bakıcılığı gibi önemli bilimsel veriler ışığından bilim dediğimiz olgu da ortaya çıkmıştır. Daha önce eski yunan’da doğa bilimlerin ortaya çıkması hoş karşılanmamıştır.
Bilim ve teknolojinin her zaman ilerlemesi merkezi krallıklar ve 17.yy’dan sonra ise ulus devletlerin kurulmasından dolayı hükümetlerin desteğine gereksinim duyulmuştur. Hükümetlerin ve kralların araştırma geliştirme faaliyetlerine destek vermesi birçok buluşun gerçekleşmesini hızlandırmıştır. Burada bir alış veriş söz konusudur. Bilim adamları bilgisini satarak geçimlerini sağlarken,hükümetler veya merkezi krallıklar ise kendi geleceğini güvenceye almak için bilim adamları tarafından satılan bilgileri satın alıyorlar. Ancak burada önemli olan ve unutulmaması gereken husus krallıkların ve hükümetlerin her zaman bir adım önde bulunduklarıdır. Burada vurgulanması gereken ve çok tartışılan bir kavram giriyor. Bilim ve iktidar arasındaki ilişkinin boyutu ve akıbeti ne olacak. Feyerabend’in dediği gibi bilim,iktidarın etkisi altında kalmadan işlerini yürütmeli ve birbirlerini etkileyecek hiçbir söylem ve eylemde bulunmamalı mıdır? İşte bu sorunsal günümüzde anti bilim ve post modern dünya dediğimiz olguyu doğurmaktadır. Yapılan,g eliştirilen ve bizlere sunulan her türlü yenilik,teknolojik buluş birilerinin yararına olmakla beraber,genel kitlenin zararına sonuç doğuran faaliyetler zinciridir. Bilim ve iktidar arasındaki ilişkinin gerektiği gibi rayına oturmaması bizlerin bilime olan güvenimizin sarsılmasına yol açmaktadır.
Yeni bilimcilik anlayışı faydacılık ile örtüşmektedir. Artık üretilen bilgi, teknolojik buluşlar toplumun yararını sağlamadıkça bir işe yaramamaktadır. Bilim adamı bir bilgi üretirken her ne kadar sadece kendim için üretiyorum, başkaları için değil dese bile unutulmamalıdır ki her bilgi yayılarak büyür ve toplumun geneline hakim olur. İşte, Newton,Bacon,Descartes gibi bilim adamlarının savunduğu görüş bilim ve teknolojinin genel olarak toplumun faydasına sunulması kanaatini taşımaktadırlar.Örnek olarak,bugüne kadar gelişen ve hala gelişmekte olan teknolojik buluşlara bir göz atalım. Haritacılığın gelişmesi,pusulanın bulunması,matbaa’nın icat edilmesi gibi dünya tarihinde bilimsel devrim sayılabilecek olguların bu kadar önemli olması toplumsal hayatta bir etkilerin olması ve insan yaşamını etkiliyor olmasıdır. Eğer bizlerde bir etkisi olmasaydı veya hükümetlerin yararına olmasaydı bugün matbaa’nın pusulanın adını duyamazdık. Onun içindir ki bilim ve teknoloji toplum yararına mı yoksa sadece bilimsel veri olsun diye mi üretilmeli tartışması bana göre toplumun yararına olduğu sürece bir etkisinin,d eğerinin olması bakımından bilim toplum içindir anlayışını savunmalıyız.
Sonuç olarak,bilim ve teknoloji tarih içerisinde birbirinden bağımsız ilerlemişler,birbirleri ile iç içe geçmiş bir şekilde bugüne kadar gelmiştir. Günümüzde yeni dünyada bilim ve teknolojinin bir arada kullanılması,bilim dergilerinden bilim adı altında teknolojik buluşlara,yeniliklere yer verilmesi gösteriyor ki bilim ve teknoloji ayrılmaz bir bütündür.
SÜLEYMAN GÖK
*Medeniyet Bilim ve Tarihi sınavı deneme çalışması

24 Mayıs 2010 Pazartesi

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNDE UZUN İNCE BİR YOL

Avrupa Birliği fikri nasıl ortaya çıktı ve genişleme stratejileri, aday ülkelerden neler istemektedirler ve Türkiye’nin bu zorlu yolda hangi alanlardaki eksiklikleri nedeniyle Avrupa Birliğine tam üye olamıyor noktasından başlamakta yarar olduğunu düşünmekteyiz. Avrupa ülküsü, gerçek bir siyasi projeye dönüşüp AT üyesi ülkelerin hükümet politikalarında uzun vadeli bir hedef haline gelmeden önce, sadece filozoflarla önsezili kimselerin düşüncelerinde yaşıyordu. Avrupa Birleşik Devletleri hümanist ve barışçı bir hayalin parçasıydı. Avrupa yüzyıllarca, sık sık yaşanan kanlı savaşlara sahne oldu. 1870-1945 yılları arasında Fransa ve Almanya üç kez savaştılar.. Birçok insan yaşamını kaybetti. Bu felaketler üzerine bazı Avrupa ülkelerinin liderleri, barışın sürdürülebilmesinin tek yolunun, ülkelerinin ekonomik ve siyasi yönlerden birleşmesi olduğu fikrine vardılar. Avrupa'da ulusal uzlaşmazlıkları aşabilecek bir örgütlenmenin kuruluşu İkinci Dünya Savaşı sırasında totaliter yönetimlere karşı savaşan direniş hareketlerinden kaynaklandı.
Yarım asırlık bir geçmişe sahip olan Avrupa Birliği, kuruluşunda çizilen geleceğin barış ve refah Avrupa’sı ideali doğrultusunda idari, yasal ve uygulamaya dönük yapısını oluşturmuş; hedefleri ve gereksinimleriyle bütünleşen politikaları belirleyerek uygulamaya geçirmiştir. Sürekli gelişmeye ve kendini yenilemeye yönelten dinamik yapısı, AB’yi dünyadaki diğer belli başlı aktörlerden farklı kılan bir model oluşturmaktadır. Birlik yaşamını şekillendiren ve yöneten bu model, her alanı kapsayan devasa müktesebatı ile kendi dilini yaratmaktadır.
Birlik dilinin tanınması halka daha yakın bir Avrupa’nın temelini oluşturmaktadır. Şüphesiz bu, gerek AB üyesi gerek aday ülkelerin vatandaşları için son derece önemlidir. Toplumsal bir proje olarak nitelendirdiğimiz AB tam üyeliği esasen siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamı tüm yönleriyle etkileyen değerler ve kurallar bütününün bir sistem olarak yansımasıdır. Bu süreçte bütünleşmek aynı dili anlamayı ve paylaşmayı da içermektedir. 1999 Helsinki Konseyi’nde Türkiye’nin AB tam üyeliğine adaylığının teyit edilmesiyle ortaklık ilişkisinin son aşamasına girilmesi, ülkemiz açısından tüm yönleriyle bir toplumsal dönüşüm projesinin hayata geçirilmesini ifade etmiştir. Çok yönlü ve çok boyutlu Türkiye-AB entegrasyonunun, toplumun tüm kesimlerinin tam üyelik sürecine daha da yakınlaştırılmalarıyla başarılı bir şekilde tamamlanacağı açıktır. Avrupa Birliği ve Türkiye-AB ilişkileri konularındaki bilginin Türkiye genelinde tüm kesimleri kapsayacak şekilde yaygınlaştırılması bu amaca ulaşılmasındaki öncelik taşımaktadır. (1)
Türkiye’de belirli çevrelerce dile getirilen görüşe göre Avrupa Birliği Hıristiyan Birliği olduğu için Türkiye’nin AB’ye girmesi olanaksız görülmektedir. AB genişleme süreci içinde hiçbir aday ülke yarım yüzyıl AB kapısında bekletilmemiştir. Türkiye’nin, o zamanki ismiyle Avrupa Ekonomik Topluluğu’na “ortak üyelik” için başvuruda bulunmasının üzerinden 51 yıl, 1987 yılındaki “üyelik” başvurusu üzerinden de 22 yıl geçmiştir. Yarım yüzyıl Türkiye’nin AB’ye üye olamamasının nedenlerini bulmamız gerekmektedir. Karşılıklı tavizlerle bu süreç işlemeli midir? Sorusuna cevap aranmalıdır. Türkiye, Turgut Özal’ın ifadesiyle bu ince uzun yolda, günün birinde AB üyesi olma ümidiyle AB’nin tüm çifte standartlarını görmezden gelerek yükümlülüklerini yerine getirmeye çaba harcamıştır.(2)
Türkiye – AB ilişkilerini tarihsel geçmişe sahip olduğunu herkes bilmektedir. Asıl bilinmesi gereken Türkiye AB’ye üye olacak mı, eğer olacak ise hangi şartların yerine getirilmesi gerekmektedir. Avrupa Birliği Türkiye’den istediklerini her platformda, her zirve sonuç bildirgelerinde dile getirmektedir. Önümüze sunulan, yapmamız gereken gelişmeler şunlardır;
-Yargı Bağımsızlığı sağlanmalı, yasaların uygulamadaki eksiklikleri giderilmeli, yargının işleyişi güçlendirilmesi,
-Örgütlenme, ifade ve din gibi temel hak ve özgürlükler sağlanmalı,
-Asker-sivil ilişkisi AB normlarına getirilmeli,
-Güneydoğudaki durum ve kültürel haklar düzeltilmeli,
-Makro ekonomik durumun iyileştirilmesi için adımlar atmalıdır.
Türkiye, AB’ye girmek için AB’nin istediklerini yapmalı ve yapar ise ne ölçüde yapmalıdır tespiti yanlış bir analiz parametresidir. Türkiye’nin AB’ye girmesi konusunda öncelikli belirleyici, Türkiye’nin yaptıkları/yapacakları değil, aksine AB’nin politik, ekonomik, kültürel, sosyal ve jeopolitik ihtiyaçlarıdır. AB, bu konuda dürüst davranarak, Kopenhang Kriterleri çerçevesinde aday ülke kendisine düşen yükümlülükleri yerine getirmiş olsa, adayın AB’ye tam üye olması, AB içinde ekonomik ve sosyal sorunlara yol açıyor ise, adayın tam üyeliğinin gerçekleşmeyebileceği açıklamıştır.
Bu makalede asıl olarak Türkiye’nin AB’ye yarım asır boyunca neden giremediğini irdelemek olacaktır. Bu konu üzerine farklı perspektiflerden bakış açıları sunmak istiyoruz. Fransa Dışişleri Bakanlığı Danışmanı Oliver Roy’a göre ‘Türkiye’nin nüfusunun büyük çoğunluğunun Müslüman olması, Türkiye’nin- AB üyeliğinin Avrupa kamuoyu ve özellikle Fransa tarafından istenmemesinin sebebini oluşturmaktadır‘ demiştir. (3) Türkiye, AB için dönüm noktası olacaktır. Çünkü, Türkiye’yi AB’ye almakla topluluğun bu soruya net bir şekilde yanıt bulması gerekecektir : ‘ AB yalnızca ekonomik bir topluluk mudur yoksa bütünleşmiş ve kendi başına ekonomik, askeri ve politik bir güç mü olmak istemektedir ‘ AB bu sorulara cevap bulamadıkça Türkiye’nin AB’ye girişi zor gözükmektedir.(4)
Wall Street Journal’da yayınlanan bir yazıya göre Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıkılmasındaki asıl neden Kıbrıs ya da siyasi reformlar gibi meselenin değil, ülke halkının yüzde 99’ unun Müslüman olması olduğu ve bu gerçek nedenin hiç konuşulmadığını belirtilmiştir.(5)
Bugün yaşanan bazı gelişmeler ışığında Türkiye Avrupa Birliği müktesebatını yerine getirmeye çalışmaktadır. Ancak kurulan Yeni Türkiye değerleri AB ülkelerinin paylaştığı değerlerden daha fazlasını temsil ediyor. Haksızlıklar karşısında sergilenen iki yüzlülüğü paylaşmayan, onun yerine kolektif vicdanın sesi olmayı tercih eden bir yaklaşımı dış politikasının asli unsuru yapmıştır Türkiye… Çifte standartlar da yeni Türkiye duvarına çarptığında daha kolay belli olmaktadır.
Türkiye, üzerine söylenmiş önemli biz söz vardır: ‘ Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar zengin bir ülkedir.’ Bu sözü Avrupalılar dile getirmektedir. Türkiye’nin zenginliğini anlayan yabancılar neden Türkiye’yi kendi aralarına almamaktadır. İşte asıl sorun burada başlamaktadır. Yukarıda yazdığımız görüşlerden ortaya çıkan sonuç Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusu bulunması, vatan uğruna para almadan ölen tek millet olması, AB üyesi ülkelerinin hepsinin Hıristiyan olması gibi nedenler ülkemizin AB ile entegrasyonunu zorlaştıran iç nedenler olarak sayılabilir.
Türkiye’nin AB’ye girme süreci içinde özellikle müzakere tarihi alabilmek için uyum paketleri kapsamında, ulus-devlet anlayışını ve üniter yapısını yok edecek, bütünlüğünü tehlikeye düşürecek uygulamaları yeniden gözden geçirmelidir. AB’nin Türkiye üzerindeki hedefinin ulus-devlet yapısını değiştirmek olduğu ve bu nedenle müzakere raporlarında yer alan ve niyetlerini açığa vuran beyanlarından anlaşılan, aleyhimizdeki konulara karşı tavır alınmalıdır. AB’ye giriş süreci, onurlu ve güven kuşkusu taşımayacak bir şekilde tavizsiz yürütülebilmeli, olmuyorsa bu ilişkiye yeni bir yön verilmelidir. Geniş anlamda; AB’ye dahil edilecek bir Anadolu coğrafyası üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devletinin var olduğu bir coğrafya olmayacaktır. Daha açık bir ifade ile, Anadolu coğrafyası, Yugoslavya gibi bir iç savaştan geçtikten sonra departmanlara ayrılacak ve parçaların bazıları veya tümü, federal bir yapı çerçevesinde AB’ye alınmak istenecektir.
Bütün bu süreçlerin Türkiye’yi getirmesi muhtemel olan üç nokta vardır : Birinci nokta, Türkiye’nin AB’ye 25 yıl sonra da olsa girmek için,etnik gruplara tanınmak üzere,önce kültürel,sonra politik özerkliği veya federal yapıyı kabul etmesidir.İkinci muhtemel nokta, Ankara’nın AB ile ilişkilerini bugünkü çizgi üzerinde bir süre daha devam ettikten sonra, devletin bu süreci durdurmak istemesi halinde veya bu sürece Türk vatandaşlarının bir bölümünün devletlerini kaybettiklerine inanmalarından ötürü tepki göstermeleri sonucunda,ülkenin bir iç savaşa sürüklenmesi ve parçalanmasıdır. Üçüncü muhtemel nokta ise bir iç savaştan sonra devletin yeniden şekillendirilmesi ile federal bir Türkiye’nin kurulmasıdır.
Sonuç olarak; Uzunca bir süre Türk Dış Politikası gündemin en önemli maddesini oluşturan AB ile ilişkiler konusu bırakın alt sıralara inmeyi neredeyse gündemin tamamen dışına çıktı. AB ile ilgili konulara ne devlet adamlarımızın ne siyasetçilerimizin açıklamalarında eskisi kadar rastlıyoruz. Bu durumun en önemli sebebi, AB üyeliği konusunda yitirilen umutlardır. Açılabilecek müzakere başlığı kalmayınca, UYUTMA işlemi tamamlanmış olacaktır. Acı ama gerçek; Türkiye bir adım atmadan Brüksel’de yaprak kımıldamayacaktır. BUGÜNLERDE HERKES, ERMENİSTAN PROTOKOLLERİNİN GELDİĞİ NOKTAYI KONUŞUYOR; PEKİ TÜRKİYE’NİN TEMMUZ 2005’TE İMZALADIĞI VE HENÜZ ONAYLAMADIĞI EK PROTOKOLÜN AKIBETİ NE? MÜZAKERELERİN TIKANMASININ TÜM KABAHATİ AB TARAFINDA MI ACABA?
Özetle, Türkiye ile Avrupa Birliği İlişkileri uzun ince bir yolda ilerlemektedir.Türkiye,kendine verilen ödevleri yerine getirebilecek mi ya da yarım asırdan sonra AB ile ilişkilere köprü mü atacak.Türkiye’nin bazı kesimler tarafından dile getirilen eksen değiştirmesi Avrupa Birliği ile ilişkilerde yeni bir dönemin başlayacağı anlamına mı gelmektedir? Ve en önemlisi Türkiye AB ile bütünleştikten sonra Egemenliğini engelleyen bir sürece mi girecek gibi cevaplaması zor ve önemli sorular ile bir yarım asır daha yoluna devam edeceğe görülmektedir.

Kaynaklar:
1-İktisadi Kalkınma Vakfı Yayınları, AB ve Türkiye İlişkileri sayfa 5
2-2010 Türkiye AB İlişkileri Açısından Dönüm Yılı Olacak. Prof. Dr. S.Rıdvan Karluk. Anadolu Üniversitesi(29.01.2010)
3-www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=43570
4-Mireille Sadege : Avrupa Birliği’ni Türkiye’ye getirmek-10.03.2008-radikal
5-lifeinbursa.com

15 Mayıs 2010 Cumartesi

DEĞİŞEN TÜRK DIŞ POLİTİKA KONSEPTİ

Türk Dış Politikası son zamanlarda hızlı bir ivme kazanarak çeşitli açılımlar yaparak herkese statüko karşıtı, eski politika anlayışının yanı sıra yeni bölge ve ülkelerle ilişkilere geçme gibi potansiyeli yüksek bir dış politikamız oluşmaya başlamıştır. Günümüz Türkiye ve komşu ülkeleri arasındaki uluslar arası ilişkiler kuram çalışmaları ‘stratejik derinlik’ adı altında dış işleri bakanımız Ahmet Davut oğlu tarafından uygulanmaktadır. Bugünkü dış işleri bakanımızın akademik kökenli olması ve uluslar arası ilişkiler teorilerini pratikte uygulamaya çalışması bakımından son derece önemli çalışmalar yapmaktadır.Çünkü,teori’nin pratiğe dönüşmediği zaman öneminin olmadığı biinmektedir. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında belirttiği gibi, Türkiye'nin küresel siyasal, ekonomik ve kültürel krizlerin seyrettiği coğrafyanın merkezinde bulunması, aslında Türkiye'nin bölge de üreten ve kucaklayan, baş aktörlerden biri olması gerektiği gerçeğini açığa çıkarıyor.2002 AKP iktidarıyla beraber Türk Dış Politikasının vizyon değişikliğine gittiği muhakkaktır. Proaktif bir yaklaşım sergilenmiş, kimilerine göre ise bu yaklaşım Neo–Osmanlıcılık olarak görülmüştür. Ne dersek diyelim, dış politikada tek eksenli değil, bütüncül ve sistematik bir politika gözettiklerini söyleyebiliriz. Bu olayların gerçekleşmesi tabii ki de tesadüf değildir. Çünkü dış politika analizi yaparken bizlerin kullandığı bazı yöntemlerden karar alma yaklaşımına göre siyasilerin, karar alıcıların dini inanışları, kültürleri, kişisel tercihleri bir ülkenin dış politikasını belirlemektedir. Bunun için ülkemizde iktidarda bulunan siyasi partinin dini yönünün ağırlığının olması, Ortadoğu, İslam ülkelerine olan ilginin buradan kaynaklandığı düşünülürse gelinen bu süreç bir tesadüf eseri değil; zorunluluğun gerekçesidir.Davutoğlu’nun göreve geldiğinden bu yana ve de akademisyenlik hayatı boyunca sıklıkla dile getirdiği konu ise Türkiye’nin bulunduğu konum itibariyle muhakkak aktif ve çok yönlü politika izleme zorunluluğu bulunduğu idi. Artık sloganlarda değişmişti : "Bizim eksenimiz Ankara eksenidir ve ufkumuz 360 derecedir."(1) Eksen kayması kavramı ise muhalifler ve de uluslararası basın tarafından en çok dile getirilen söylemdi.Dış politika da yaşanan trafiği değerlendirirsek eğer, 2009’da Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanlığı nezdinde yapılan yurt dışı ziyaretlerinin toplamda 145 ülke olduğudur. Bu rakam bile Türkiye’nin dış politikadaki dinamizmi özetlemeye yetiyor.(2) Ayrıca, Dış politikanın sadece diplomatik faaliyetlerin yanı sıra, enerji, ekonomi, ticaret, kültür, ulaştırma ve sağlık alanlarını da kapsadığına belirtmekte fayda var. Bu anlamda uluslararası ekonomik krizin olduğu bir ortamda Ortadoğu’dan, Kafkasya’ya, Latin Amerika’dan Çin’e yapılan ziyaretler büyük anlam taşıyor.(3)
Bizlerin bugün üzerinde tartıştığımız TÜRK DIŞ POLİTİKASI’nın ekseninin kaydığı ve çok yönlü bir politika izlediği olguları aslında yeni bir şey değildir.Tarihin derinliklerine indiğimiz zaman bugün tartıştığımız ve meydana gelen yüksek düzeyli işbirliği ilişkilerimiz 1974 yılından itibaren ülkemizde tartışılmaya başlanmıştır. Türkiye,coğrafi,siyasi,kültürel olarak çok önemli bir merkez ülkedir.Ortadoğu ve Batı dünyası arasında olması,Hem Batı,Hem de Doğu kültür ve medeniyet bağlamında ortak yönlerinin bulunması Türkiye’nin politik yapısını etkilemiştir.İç ve Dış politikamızda bu unsur çok rahat bir şekilde gözlenmektedir.Örnek vermek gerekirse,Türkiye’nin 1976 yılında İslam Konferansı İşbirliği Örgütüne üye olması,daha sonra 1980 yılında Kenan Evren’in İKÖ’nün eşbaşkanlığını yapması bizlerin ortadoğu ülkeleri ile ilişki kurmaya başladığımızı göstermektedir. Peki,1974’ten itibaren ülkemizin dış politikası üzerinde tartışılmakta olan eksen kaymasının nedenleri nedir diye soracak olursak; yıl 1975 ülkemizde Çok Yönlü Dış Politika Konsepti tartışılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin ABD tarafından silah ambargosuna maruz kalması,Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ilişkileri dondurması Türkiye’nin Batı’ya karşı tavrının değişmesine neden olmuş ve çok merkezli bir dış politika vizyonu izlemeye başlamasına neden olmuştur.1973 yılında Arap-İsrail savaşında Arapların yer alınması ve stratejik önemini kullanarak Batı’ya gözdağı verilmesi bu konseptin gereğidir.İsrail ile ilişkilerini Maslahat Güz arlar seviyesine indirilmesi,Ortadoğu ülkeleri ile dış ticaret hacminin artması,Filistin Kurtuluş Örgütüne ait bir temsilcilik açılması Çok Yönlü Dış Politika Konseptine geçişin unsurlarıdır. Günümüzde ülkemizin Irak,İran,Suriye ve diğer Arap Ülkeleri ile üst düzey stratejik işbirliğinin olması,antlaşmaların yapılması bazı kesimler tarafından yeni bir oluşum gibi gösterilmek istense de tarihsel bağlamdaki örneklerine baktığımızda gerçeklik payının olmadığını görmekteyiz.Geçmişte,Batı’ya karşı bir strateji ile girişilen bu politika günümüzde nasıl yürütülmektedir? Tartışılır fakat olması gereken bir Dış Politika vizyonudur.Yukarıdaki gelişmelerin çıkış aşaması Türkiye’nin Batı’ya karşı olan tavrıdır.Acaba günümüzde ülkemizin Kıbrıs,Avrupa Birliği gibi konularda ABD ve Avrupa Ülkeleri tarafından yeterince ciddiye alınmaması bugünkü Ortadoğu ülkeleri ile yüksek düzeyli işbirliği yapmamamıza neden mi oldu diye bir soru sormak gerekirse önemli bir konuya değinmiş ve tartışma başlatmış oluruz? Gerçekleşen olayların,antlaşmaların ve ilişkilerin boyutları gereği Batı’ya karşı bir gözdağı vermek mi yoksa ülkedeki siyasi iktidarın dini,kültürel yönden Ortadoğu ve Arap coğrafyasına yakın sayılması ve Din unsurunu kullanması gibi karar alıcı mekanizmanın özellikleri gereği doğal bir süreç midir? Bu bağlamda tartışılması gereken bir konudur.Ancak bilinmesi gereken bugün yaşanan olayların hiçbirinin ilk olmadığı ve geçmişte izdüşümlerinin var olduğunun kamuoyu tarafından bilinmesi gerekir.
Özetle belirtmem gerekirse,bugün yaşadığımız gelişmelerin çok daha önceleri yaşadığımızı unutmamamız gerekmektedir.Ülkemizde tarihsel araştırmalardan yoksun kesimlerin,laikliğin elden gidiyor diye veryansın eden kesimin,Türkiye gibi bölgesel hakimiyete aday bir ülkenin statüko politikası izleme gibi bir şansının olmadığı halde,statükoculuğu savunanların olması hata yapma oranımızı arttırmaktadır.Sonuç olarak bir soru sorarak makalemi bitirmek istiyoruz.Türkiye 3 tarafı denizlerle 4 tarafı düşmanlarla kaplı bir ülke olarak,bu konjektür Komşularla Sıfır Politika gerçekleşir mi? Sorusuna hepimizin cevaplaması gerektiğini düşünüyoruz.

Kaynakça:

1- http://www.turktime.com/haber/Eksenimiz-Ankara-Ekseni-Ufkumuz-360-Derece/79333
2-http://www.mfa.gov.tr/default.tr.mfa
3-http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=523

Süleyman GÖK